Sabah evden çıkarken posta kutumda bir mektup vardı. Zarfıyla faturalardan ayrılıyordu hemen, sanki her an uçacakmış, tesadüfen buraya konmuş gibi tedirgin. Gönderen kısmına baktım. Diyarbakır’dandı… Geç kaldığım için mektubu vapurda okumaya karar verdim. E-posta atmak yerine, mektup yazmış olmasının bir anlamı olmalıydı. Soğuk ve puslu bir hava vardı, kar yağışına hazırlanan… Vapur, iskeleden hareket ettiğinde açtım zarfı. Şöyle başlıyordu mektup: “Neden bilmiyorum, bu mektubu sabah vapurda okuyacağını hayal ederek yazıyorum. Belki de konuşmalarımız bende hep bir vapur yolculuğu hissiyatı uyandırdığı içindir.” Onun hayal ettiği gibi mektubu vapurda okuyor olmam, sanki okuduğum mektubu “yazılmış” değil, hâlihazırda “yazılan” bir şeye dönüştürmüştü, yazılırken okunan bir mektup… “Tahmin edersin ki, burada en çok ölümü düşünüyorum. Her ölümden sonra, kendi yaşamımın da bir parçası ölüyor, bunu hissedebiliyorum. Umutsuz şeyler düşündüğüm için bana kızma, ölümü düşünürken umutsuz değilim hiç. Tekrarlanan bir şey ölüm, devletin çarkları dönüyor sürekli öğütmek istercesine bu topraklara dair ne varsa. Bütün mesele, ruhumuzu o çarklara kaptırmamak. Şiirlerini çok sevdiğin Turgut Uyar’ın dizeleriyle söylersem, ‘Bilinmemiş bir yıldızın ilk yolcusu’ olmayı tercih ederim, ‘Kuşlar göklerimizde kanunla uçacaksa…’ Sana bu mektubu yazarken, Stefan Zweig’ın mektuplarından oluşan eski bir kitap duruyor masamda. 1964’te basılmış. 28 Aralık 1941 tarihli mektupta şöyle yazmış Zweig: ‘Savaş dolayısıyla mektupların —hele vapurla gelenlerin— gecikmesinden korkuyorum. Fakat umarım ki, hiç değilse bu mektubu Noel’e kadar almış olursun. Barışı seven bizler için hüzün verici bir Noel. Önümüzdeki yıllardan pek fazla bir şey beklememeliyiz. Zira daha nice şey tahrip edilecek… Hitler’in eninde sonunda yok edilmesinden sonra da dünyamızın sorunları olacak, yeni bir yol bulmamız gerekecek…’ Barışı seven bizler için hüzün verici… Yıllar geçiyor, 28 Aralık’ın 1941’inden 2015’in 28 Aralık’ına… Aynı kaygılar… Kim bilir daha nasıl tahribatlar bekliyor bizleri… ‘Önümüzdeki yıllardan bir şey beklememeliyiz’ sözünü düşünüyorum sürekli. Ben bir şey beklemiyorum artık. Peki ya sen?.. Oradan nasıl görünüyor gelecek günler?..”

Mektuba ara verip, puslu havada yol alan vapurun güvertesinden ışıklarını yakmış gemilere baktım. Gelecek günlerin bu puslu havadan bir farkı yoktu. Zweig’ın “yeni bir yol bulmamız gerekecek” sözünü düşündüm ben de. Barış için çeşitli gruplar, partiler, aydınlar canla başla bir şeyler yapsalar da, devletin ve medyanın dili, seçim zamanı yaşanan saldırılarla yürütülen sindirme operasyonu ve psikolojik harpten sonra, mahallelere tankların girmesinin de önü açılmıştı. Bölgesel denklemler, uluslararası aktörlerin çıkar hesapları ya da ulusal güvenlikten bahsedip, çocukların öldürülmesi izah edilebilir miydi? Korkunç şeyler yaşanıyordu orada ve o korkunç şeylere seyirci kalmak, yaşanan tahribatı yıkılan o binalarla, ölümlerle sınırlı bırakmıyordu; toplumda da kalıcı hasarlar bırakarak birlikte yaşama ümidi, genel olarak bütün ümitler yıkıma uğruyordu.

Derin bir nefes alarak mektuba geri döndüm: “İstanbul’u çok özledim. Birlikte gittiğimiz o çay ocağında günün her saati uyuklarken gördüğümüz o sokak köpeğini ya da sabahları gökyüzünü çığlığa boyayan martıları... Aslında yaşarken önemsizmiş gibi görünen küçük detaylarla özleniyormuş bir şehir, bir insan… Ümit etmek, bazen unutmayla, bazen de hatırlanan küçük şeylerle mümkünmüş…”

Mektubu okurken vapur iskeleye yanaşıyordu. Neden bilmiyorum, deniz küçülmüş gibi görünmüştü gözüme ve içimi saran bu üşüme... Her ölüm haberi, bu topluma, bu topraklarda yaşayan herkese bir suçluluk… Vapurdan inip görüşme için çağrıldığım kafeye gidip oturduğumda, sana bunları yazmak istedim, ama yazamadım. Yeni yıl için kafeye asılmış süslere takıldı gözüm, her şey fazlasıyla huzurlu ve neşeli görünüyordu. Bütün şehri, hatta bütün ülkeyi çepeçevre kuşatan bu ölümcül sessizliğe rağmen… Geçip giden bu yılı, bir pencereyi kapatır gibi kapatabilseydik… Kapanmıyor, kapanmayacak… Sonra sana şöyle şeyler yazmak istedim: “Boşver sen onları, bunları, şunları… Biz seninle nehirleri anlatalım hep çocuklara, martılara, kedilere, bulutlara… Bildiğimiz ne kadar güzel şey varsa, o güzel şeyleri… Uğruna yaşadıklarımıza sığınarak. Ne olacaksa olacak.”