Cinler hakkında konuşursanız bulunduğunuz yere gelip size musallat olurlarmış ama ‘cin’ değil de ‘üç harfli’ diye bahsederseniz gelmezlermiş… Valla cin olsam “İnsanlar bizi gerizekâlı sanıyor herhalde; ‘cin’ dediklerinde ortamda biteceğim ama ‘üç harfli’ dediklerinde benden bahsettiklerini anlamayacağım, öyle mi?! Fısıldayarak ‘üç harfli’ derken AKP veya RTE’den bahsettiklerini düşüneceğimi mi sanıyorlar?” diye bozulur, özellikle ‘üç harfli’ diyenlere musallat olurdum.

Bu aslında sözlü kültürden yazılı kültüre geçişi tamamlayamamış, büyüye ve sözcüklerin büyülü olduğuna inanan sembolik-öncesi aklın hâlâ egemen olduğu toplumların temel kültürel sıkıntılarındandır: Bir şeyi ‘dile getirerek’ gerçekleştiriyor olma yanılsaması… Bu yanılsamanın ‘cinayet nedeni olarak küfür’den -kendisine ana avrat küfredilen kişinin sanki küfürdeki eylem gerçekleşmiş gibi düşünmesi- pek de adalet dağıtıldığı söylenemeyecek binalara ‘adalet sarayı’ denmesine kadar yüzlerce farklı versiyonunu temel düşünce pratiği olarak kullanan ‘yedi harfli ülke’ vatandaşlarının varoluşsal biçimde sahiplendiği bir tuhaflık bu. O yüzden ‘cin’ yerine ‘üç harfli’ diyorlar.
Bu hafta gösterime giren The Bye Bye Man’in hikâyesi de bu sözel gerçeklik ilüzyonuna dayanıyor: Ölüleri Hades’teki Acheron nehrinden geçiren kayıkçı Charon ile Azrail kırması bir öcü olan Bye Bye Man’in sizi ziyaret etmesini istemiyorsanız adını söylemeyin, aklınızdan bile geçirmeyin!

Filmin başından sonuna kadar bu ismi aklından çıkaramayacak izleyicileri kolay lokma olarak gördüğü için senaryosunda pek çok kopukluk barındıran yapım belki Türkiyeli izleyiciyi ‘sözcüklerin gücü adına!’ belli ölçüde tavlayabilir, hatta anlatırken gelmesini engellemek için Bye Bye Man’e ’üç sözcüklü’ diyen birkaç ergen bile çıkabilir ama nihayetinde bu anlatı sinema tarihine ancak korku türüne katkı ve ‘mit yaratma’ konusundaki başarısızlığıyla geçecek gibi görünüyor.

Başarısı vs bir yana, geleneksel sözlü kültürü çoktan geride bırakmış kapitalist bir toplumda hâlâ böyle hikâyeler üretilmesinin epey sağlam temelleri var. Yahudileri Mısır’dan çıkardıktan sonra Sina Dağı’na çıkan Musa’nın yanan bir çalı şeklinde görünen tanrıdan aldığı On Emir’in üçüncüsü bu durumun birincil nedenidir: “Rabbin adını boş yere ağzına almayacaksın.” Hollywood filmlerinde çocuklar “Aman Allahım!” anlamında bir nida olarak ‘Jesus Christ’, ‘God’s sake’ veya basitçe ‘Oh my god’ dediğinde ebeveynler işte bu yüzden ‘Konuşmana dikkat et!” diye uyarır. Çünkü tanrının adı büyülü sözcüklerin en güçlüsüdür, rastgele kullanılamaz.

Üçüncü Emir’in sanırım en iyi sinemasal versiyonu 1992 tarihli Candy Man/Şeker Adam’ın Laneti adlı korku filmidir. Tez çalışması için şehir efsanelerini araştıran Helen’ın ‘inanmak-inanmamak’ ikileminde sıkıştığı filmin hikâyesine göre aynaya bakarak beş kere ‘candy man’ derseniz, kesilmiş sağ elinin yerine yerleştirdiği kancasıyla Candy Man sizi öldürmek için çıkagelir. Filmin özellikle iki sahnesi tüm bu ‘söz ve büyü’ tartışmasını özetler niteliktedir. İlkinde Candy Man Helen’a “Bana inan. Kurbanım ol.” der. Bu irrasyonel varlık yanılsamasının dinsel boyutu Candy Man’in Helen’a yine çıkıştığı diğer sahnede tekrar vurgulanır: “Senin inançsızlığın kullarımın inancını yok etti. Onlar olmadan ben bir hiçim.” Var olabilmesi için kendisine inanılması ve bu inancın sözcüklerle dile getirilmesi gereken, tamamen dinsel nitelikli bir yokluk hali…

‘Yedi harfli’ ülkenin Bye Bye Man’e de Candy Man’e de kolayca inanabilecek bir nüfus potansiyeli var maalesef, doğru... Adalet Yürüyüşü’ne ‘terörist’ damgasını vuran iktidar da belli ki bu potansiyelin farkında; bu yüzden sözcüklerle oynuyor, var olan şeylerle olmayanları birbirine karıştırarak bir korku atmosferi yaratmaya çalışıyor. Ama bugünün dünyasında büyünün günleri sayılı artık, bir süre sonra insanlar sayılı harflerden korkmanın anlamsızlığını görecek, ‘var’ deyince var olmadığını anlayacak; iktidar işte bunun farkında değil...