‘Rosa Luxemburg’u sahneleyen Jülide Kural, “Sahneye çıkmadan önce hadi Rosa diyorum kendime. Bir tür birbirinin içine girme gibi. Bazen ben o oluyorum bazen o ben oluyor Birbirimize karışıyoruz” diyor.

Vardık, varız, var olacağız
Fotoğraf: BirGün

Sarya TOPRAK

Sahne yaşamında kırk yılı geride bırakan tiyatro sanatçısı Jülide Kural ile yazıp, yönetip, oynadığı ‘Rosa Luxemburg’ oyununu konuştuk. 1 saat 10 dakika süren oyunda zamanın nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil. Karşınızda hem sisteme karşı mücadele eden hem de erkeklerle dolu politik arenada kendini var eden Rosa mı var Jülide mi var ayırt edemiyorsunuz.

Bu oyunu sahneleme fikri nasıl ortaya çıktı?

Çok uzun yıllardır kadın hareketi içindeyim. Kadın mücadelesini çok önemsiyorum. Tarihsel kişiliklerin hayatımıza yön gösterici olması, bir tür mücadele gücümüzü artırıcı olması ve de en önemlisi hâlâ mücadele verdiğimiz şeylerin en zor olduğu dönemde bile mücadele eden bir kadın olması. Bir kadın olarak politika gibi eril bir alanda var olması Rosa’yı benim için ilginç kılan temel özelliklerden. Elbette tek başına bu değil. Sosyalist bir kadın olması. O günden bugüne politik söylemlerinin güncel olması. Örneğin savaş karşıtlığı, ekolojist tavrı gibi. Aslında bugün hepimizin söylediklerini 1919’da katledilen bir kadının söylemiş olması çok kıymetli. Kişi olarak politiğim ama bir politikacı gibi konuşmayı sevmiyorum. Karakterlerin ardında kendi düşündüklerimi, hissettiklerimi onlarla birleşerek söylüyorum. Onların ölmediğini, bugün, yarın ve bundan sonra yaşayacaklarını söylüyorum. Bugün Jülide olarak bunları savunabiliyorsam, bu örnekler sayesinde. Özellikle gençlere Rosa’yı tanıtmak, anlatmak ve onunla buluşmalarını sağlamak istedim. Türkiye’de daha bilinir olmasını istedim. Mücadele tarihinde devrimci kadınların ölmediğini yüzyıllar sonra da yaşayacaklarını anlatmak için Rosa’nın peşine düştüm. Bunu 7 yıl önce düşündüm. Aslında şehir tiyatrosundayım, orada oynuyorum. Ayrıca kendime de Ateş Tiyatrosu diye bir tiyatro kurdum. Frida Kahlo’yu oynadım orada. Tarih boyunca yaşamış devrimci kadınların üzerine çalışacağım ve tiyatro ve edebiyat tarihimize düşünce ve duygu dünyamıza davet edeceğim demiştim. Yazma fikrim yoktu. Yazar bir kadınla çalıştık ama olmadı, çıkmadı oradan. Ama o kadar doldum ki. Çok okudum, çok haşır neşir oldum. Bir anda yazmaya başladım. Yazan da ben oldum. Yöneten ben olmayacağım diyordum ama o da ben oldum. Kendi kendimle itişerek, bazen düşerek, bazen kalkarak, bazen umutlanarak... Kolay olmadı ama başka türlü de olamazdı.

Sizi izlerken çok etkilendim. Karşımda Rosa varmış da onu izliyormuşum gibi hissettirdiniz. Sahnede nasıl bir bağ kuruyorsunuz Rosa ile?

Sahneye çıkmadan önce arkada durur seyirciyi izlerim. O zaman şöyle diyorum ‘hadi Rosa’ diyorum. Bir tür birbirinin içine girme gibi. Bazen ben o oluyorum bazen o ben oluyor Birbirimize karışıyoruz. Bazen diyorum ki ben Rosa’yı oynamıyorum. İnandığım şeyleri söylüyorum. Ama sahnedeki o kişi gibi davranan biri değilim öyle yaşamıyorum. Ama bir gerçek var ki sahnede Rosa’yı oynuyorum demiyorum, her şey benim içimden geliyor. Güçlü bir duygu ve düşünsel birliktelik var.

Oyun Rosa’nın öldürülmesiyle başlıyor neden böyle bir başlangıç tercih ettiniz?

Rosa’yı kendi gördüğüm yerden itibaren seyirciyle paylaşıyorum. Ölümü benim için çok dramatik. Bir kadın öldürülüyor. Devlet yine yalan söylüyor. İlk bunu söylemek istedim. Sonra sıfırdan bu öldürülen kadının nasıl biri olduğunu, nasıl coşkuyla işçi sınıfına inandığını, kendi için hiçbir şey istemediğini, bir yandan da çok güçlü duyguları ve entelektüel bir altyapısı olan bir kadının sadece 48 yaşında öldürüldüğünü anlatıyorum. Bakın bu öldürülen kadın böyle bir hayattan geliyor diyorum.

Rosa Luxemburg erkeklerle dolu politika arenasının 'Kızıl Rosa'sıydı." O dönemden bu döneme 100 küsur yıl geçti. Ama hâlâ politik arenada da, sanat alanında da, yani hemen hemen her alanda sisteme karşı bir mücadele verirken bu alanlarda bulunan erkeklerle de mücadele ediyoruz.

Beş bin yıllık erkek egemen iktidara karşı 100 yıl çok kısa. Clara Zetkin, Rosa’nın en yakın arkadaşıydı. Clara hep kadın mücadelesinin içinde yer aldı. Rosa ise ‘mesele sınıfsaldır’ dedi. Özellikle kadın mücadelesine vurgu yapmazdı. Ama sözel olarak, teorik olarak altını çizmediği halde yaşadığı hayatın kendisi feministti. Oyunda da bahsettiğim şöyle bir kısım var. ‘Konuşma yapacağım; şöyle bir adam, uzun boylu bir adam var, böyle bir adam var ama hep adam var.’

Tek başına bir kadın sandalyenin üstüne çıkıp haykırıyor. Bu olabilecek en feminist hareket. Bunu yaptığı dönemin 20. yüzyıl başı olduğunu düşünürsek kadınların özgürlük mücadelesinde kocaman bir ateş yaktı diyebiliriz. Hep Marksist çizgide durdu ve her şeyi sınıfsal temelli değerlendirdi. Rosa eril cinsiyetçi bakış açısının tam da ortasına koca bir taş atmıştır. Ve orada büyük çatlak oluşturmuştur. Biz o çatlakları kırmaya başladık. Gitmemiz gereken daha çok yolumuz var. Ancak 5 bin yıldır örülmüş o kocaman kocaman duvarları yıka yıka geliyoruz.

Bu oyun Rosa’nın fikirlerinin anlaşılmasına ve hatırlanmasına katkı sunuyor. Bu nasıl bir duygu?

Aslında 100 yıl önce yaşamış bir insanın da benzer şeyler için mücadele ettiğini görmek güçlü ve umutlu hissettiriyor. 100 yıl önce bir kadın kendini bu şekilde var etmiş ve bizler hâlâ onun adını anıyoruz. Bütün amacım hem sosyalist mücadeleye. hem kadınların özgürlük mücadelesine ışık olmuş Rosa’yı anlatmak.

Oyunun her kısmı çok etkileyiciydi. Hem çok duygusal hissettim hem de çok etkilendim. Oyunu Rosa’nın “Vardık, varız, var olacağız” sözleriyle bitirdiniz. Tüm salonda böyle coşkuyla karşılanan ve herkesin heyecanlandığı bir an oldu. Dünden bugüne var olma mücadelesi veren kadınlara ne söylemek istersiniz?

Özellikle 25 Kasım’da, 8 Mart’ta kitlesel katılımlı eylemler oluyor. Ben o eylemlerde hep Rosa’yı görüyorum. Rosa’nın son sözleri, ‘vardım, varım, var olacağım…’ Ben de mücadele eden tüm kadınlar için sahneden ‘vardık, varız, var olacağız’ diyorum. Sosyalist mücadelenin kadın mücadelesinin kendi içinde bir diline dönüşüp bunu çoğaltıp biz haline dönüştürmesi devrim kadın ilişkisini çok güzel bir yerden anlatıyor ve çok etkileyici oluyor. En sonda da o kırmızı bayrakla sahnede oluyorum. Klasik plastik şeyler yapmamaya çalışıyorum. Göndermeler yapmaya çalışıyorum ve orada kadınla devrim özdeşleşiyor. En son Rosa'nın fotoğrafını sahneye yansıtıyorum ve onun içinde ben aslında küçücük oluyorum.