Heidegger’in “varlığını” bilmem ben. Daha doğrusu onun varlık dediği şeyin gerçekliği yoktur. Felsefenin kör atıdır o. Benim bildiğim, tanıdığım Varlık, Varlık Özmenek’tir. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin koyu karanlığında darbecilerin tıkadığı ciğerlerimize temiz havayı aynı gökyüzünden soluduğumuz Varlık Özmenek…

“Varlık ve Zaman” hikâyeleri

Düşünürler arasında akrabalık kurmak isteyenler genellikle alt edemedikleri bir bilgenin yetkinliğinden kendi filozoflarına pay çıkarmak isterler. Kuşkusuz bu türden çabalar, farklılıklardan verimli sonuçlar çıkarma gibi olumlu amaçlarla yapılmış ya da yapılıyor olabilir; ama kimileri çok zorlamadır. Bu tür bir çaba en çok Marx’ı hedef seçmişti desek yanlış olmaz. Marx’la Kant’ı, Weber’i, Freud’u, hatta Hitler’in filozofu Heidegger’i uzlaştırmak isteyenler çok uğraşırlar.

Birinci savaş sırasında 1916’da karısına “Kültürümüzün ve üniversitemizin Yahudileşmesi (Verjudung) korkunç bir şeydir, Alman ırkının zirveye çıkması için yeterli bir içsel kuvveti bulması gerekiyor” diye yazan, iki yıl sonra “Bir Führer ihtiyacını giderek daha fazla hissettiğini” söyleyen, 1Heidegger’i Marx’la uzlaştırma çabaları pek anlamsızdır.

Heidegger’in teknoloji düşmanlığı ile Marksizmin teknolojiyi sınıf ilişkileri içinde değerlendiren anlayışını bir araya getirmek, hatta buradan yabancılaşma tezi çıkarmak da boşuna bir çabadır. Pierre Bourdieu, Heidegger’in felsefesini eyleminden bağımsızlaştırmak isteyen profları, “Heidegger’in felsefesinin, felsefi üretim alanına özgü sansürün filozofun nazizme katılmasını sağlayan politik ve etik ilkelere empoze ettiği bir felsefi süblimasyon’dan başka bir şey olamayacağını göremeyenler” diye tanımlamış ve şöyle yazmıştı: “Felsefe profesörleri açıkça siyasete gönderme yapmayı dışlayan felsefe tanımını o kadar içselleştirmiş görünüyorlar ki, Heidegger’in felsefesinin baştan aşağı siyasi olduğunu göremediler.”2

Oysa görülmeyecek gibi değildi. Heidegger 11 Kasım 1933’te “Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalist Devlet’e Destek İlanı” başlıklı dersinde şöyle konuşmuştu: “Alman yoldaşlar! Führer Alman halkını oy vermeye çağırıyor; ama Führer halktan herhangi bir şey istemiyor. Aksine, dolaysız bir şekilde, halkın tümü kendi varoluşunu (Dasein) istiyor mu istemiyor mu, bu konuda herkesin en özgür kararı verebilmesine imkan sağlıyor.”3

“Sein”, “Seinde” ve “Dasein”, Heidegger’in felsefesinin temel taşlarıdır. “Varlık ve Zaman” adlı kitapta dile getirdiği felsefi görüşünü, Olmak (Sein) ile Olan-olanlar (Seinde) arasında bir yere yerleştirdiği Orada Olan (Dasein) yani pratik içindeki insan olarak tanımlıyordu.

Varlık, yani madde - enerji, zaman ve hareket, bu üçlü hayatın kendisidir. Bu konuda materyalizmden bucak bucak kaçanlar da maddenin, dönüştüğü enerjinin ve tersi, ancak zaman içinde var olduğu, hiç yok olmadığı gerçeğinden kaçamazlar. Adına ister Dasein, ister Oradaki İnsan denilsin varlığını sürdürmek, zaman içinde kendini kendine yakışır tarzda var etmek isteyenler, bunu, savundukları görüşler ve bu görüşlere uygun eylemlerle yaparlar.

Heidegger’in tezlerinin, insanın varlığını ve eylemini ne kadar karmaşık hale getirirse getirsin çok derin olmadığı ortaya çıkmış; onun düşüncesi ve eylemi daha baştan kurguladığı üzere Hitler’e biatla ve Alman halkını da biat etmeye çağırmakla belirlenmiştir. Savaş sonrası “zorunluluklarla”, “öyle değildi” gibi teville değiştirilemeyen bu sonuç ne kadar da öğreticidir.

BAŞKA BİR VARLIK HİKÂYESİ

Maddenin, dönüştüğü enerjinin ancak zaman içinde var olduğu, hiç yok olmadığı gerçeği insanın ölümü ile ilgili sorulara yol açar. İnsan ölünce ne olur? Fizik olarak doğaya karışırız, bilincimiz, maddi varlığımızın fonksiyonları susar. Geride kimi zaman tarihle ama mutlaka kişisel tarihimizle ilgili bilgiler, yazılar, kitaplar, anılar, fotoğraflar, filmler, belki daha sonra gittikçe hızlanacağını umduğumuz buluşlarla üç dört boyutlu görüntülerimiz ve yine belki varlığımızın daha yeni teknolojilerle korunmuş kopyaları, izleri kalır. Geriye dönüp baktığımızda, en eski çağlara kadar izini sürdüğümüz varlığımızı buluyor, görüyor, üzerinde konuşuyoruz.

Heidegger’in oldukça müsrif ve çarpık bir şekilde kullandığı Almanca “Sein”, fiil olarak “Olmak”, isim-sıfat olarak “Varlık” diye çevrilebilir. Varlık insana en çok yakışan, onu en iyi anlatan isimdir. Şimdi size günümüzden bir Varlık hikâyesi -ki hikâyeler genellikle geçmişe aittir ama güncel gerçeğin izdüşümüdür- anlatmayı deneyeceğim.

12 Mart’ın karanlığı sürüyordu. Generaller baskıyı zorbalığı tüm ülkeye yaymış, gençleri, sendikacıları ve ne kadar demokratik kitle örgütü varsa hepsini susturmayı başarmışlardı. Üç fidanı dâra çekmiş, yüzlerce gencin peşine düşmüşlerdi. Kentlerin kasabaların duvarlarına yapıştırılmış, üstünde “arananlar” yazan afişlerde fotoğrafları olanlara, beklemek, saklanmak, dayanışmayla yaşamayı sürdürmek düşmüştü. Nefes almak zordu. Satır aralarından geleceği okumaya çalışıyor, nerede ne var, ne oluyor öğrenmeye çabalıyorduk.

Sonra 12 Mart’ın karanlığı önce alaca karanlığa daha sonra da görece normale dönüştü. Ecevit hükümetinin çıkardığı af yasası ile biraz daha aydınlandı ortalık ama Erbakan itiraz ettiği için komünist örgüt üyeliği, komünizm propagandası, Anayasa’yı tebdil tağyir suçundan yargılananlar kapsam dışı tutulmuştu. Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla kapsam dışılıktan kurtulduk, hayata, mücadeleye geri döndük.

SEN GAZETECİ MİSİN ARAP?

Bana “Sen Ankara’ya git” dediler. Peki gideyim. Ne yapacağım orada? İş çok. Ama ben gazeteciyim. “İSTA haber ajansı var ya onun bürosuna git, onlara başvur” dedi Aksi adam. Gittim. Kapı açıktı, başımı uzattım. “Gel” dedi masa başında oturan. Girdim. Masanın önündeki genç yan gözle baktı bana, masanın arkasında oturan da bıyıklarını burdu, devam etti önündeki gençle konuşmaya; “Bak Arap, o odanın başkanına selam söyle...” sonra bana döndü, “Söyle Arap” dedi “Ne istiyorsun?” “Beni”, diye kekeledim, “Aksi bey gönderdi, gazeteciyim ben, çalışmak istiyorum da.” Güldü. “Aksi mi gönderdi, iyi” dedi, “Ahmet” dedi sonra genç olana, Abakay’dır onun soyadı, “Bak bu arkadaş gazetecidir, Aksi Arap göndermiş.” “Nerde yazdın sen” dedi sonra adı Varlık Özmenek olan, “Ant’ta” dedim “yazdım bir şeyler.” “İyi iyi, ama bak para yok bizde.” “Biliyorum” dedim, biliyordum zaten.

Dahası var. 12 Eylül koyu karanlığında da darbecilerin tıkadığı ciğerlerimize temiz havayı aynı gökyüzünden soluduk. “Bilim ve Sanat” adında bir dergi çıkacaktı, tanıdığımız bildiğimiz, daha önemlisi TİP’li arkadaşlar yapacaktı bu işi. Kim mesela? Bu hikâyenin baş kahramanı da Varlık’tı. Varlık Özmenek.

Yeniden nefes almaya başladık.

İşte benim bildiğim tanıdığım Varlık budur. Heidegger’in “varlığını” bilmem ben. Daha doğrusu onun varlık dediği şeyin gerçekliği yoktur. Felsefenin kör atıdır o. Hitler’in rektörü olunca Dasein’ı da değişir. Bir bakarsınız Yahudi genç kız Hannah Arendt’le sevgili olmuş, bir bakarsınız, ilişki tehlikeli olmaya başlayınca göndermiş kızı uzaklara. Peki ne olur sonra? Arkadaşlarını ihbar eden rektörün Dasein’ı savaş bitince mağdura dönüşür, Hitler ise Dasein’ın üç halinden “Varoluş”tan, “Sahteliğe” oradan da “Düşüş”e geçivermiştir. O geçti diye Heidegger de mi geçecek; Dasein kişiseldir, temeli “ölümcüllük”tür; günü gelince yani... Günü gelince vefalı Hannah da ziyaretine gelecek, rehabilitasyona yardım edecek, hatta naziliği, faşizmi yani somut “kötülüğü sıradanlaştıracak” soyutlaştıracak, varla yok hanesine yazmayı bile becerecektir.

***

Bizim Dasein’ımız başka türlü işliyor. Benim ölülerim düşmüyorlar;

mavi - siyah gökyüzünde birer yıldız oluyorlar. Işıklı bir yoldan, samanyolundan gidiliyor oraya. Varlık Özmenek o yoldan gitti. Becerebilirsem ben de o yoldan gitmeyi, gidebilmeyi umuyorum...

1Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Kitap, sf.392

2Taner Timur, Felsefe, Toplum Bilimleri ve Tarihçi, Yordam Kitap, sf.394

3Kojin Karatani, Transkritik, Metis Yayınları, sf.196