ONUR AKYIL Hayatın insanın neresinde ve nasıl sürdüğüne ilişkin de bir tarih var; her zaman her ayrıntının başka bir yerde, insanın ya da toplumun başka bir yerinde süren bir tarihi olduğu gibi. ‘İnsanın neresi’nden kasıt, gövde; üstüne belki de en çok konuşulan giz. Kadınlığın, erkekliğin; belki de ilk ve tek aşama anlamında cinselliğin burada ne […]

Varolma durumu  ve terbiye
ONUR AKYIL

Hayatın insanın neresinde ve nasıl sürdüğüne ilişkin de bir tarih var; her zaman her ayrıntının başka bir yerde, insanın ya da toplumun başka bir yerinde süren bir tarihi olduğu gibi. ‘İnsanın neresi’nden kasıt, gövde; üstüne belki de en çok konuşulan giz. Kadınlığın, erkekliğin; belki de ilk ve tek aşama anlamında cinselliğin burada ne gibi bir önemi var, tartışılmalı bu. Çünkü her ne olursa olsun sonunda başka bir şeyden, giderek toplumlaşan ya da toplumsallaşan bir şeyden bahsetmek zorunda kalınıyor, değişmeyen bir şey varsa o da bu. Dolayısıyla kayıtsızlığın, sonun, tüm konuşan öznelere ve konuşulan her şeye karşın sabit kalan ölümün ve ona ilişkin bütünlüğün yıkıcı ya da tamamlayıcı tarafı zorunlu kılıyor bunu. Üstelik insan gövdesinin tarihi ile toplum gövdesinin tarihi temelde neye göre ayrılıyor; saygıyı ya da hakareti, işleyişlere bölünmüş aralıkları belirleyen ve yöneten gerçeklikler tanım kaldırıyor mu?; düğüm burada.

Zeynep Sayın ‘yeni’ sayamayacağımız çalışması Ölüm Terbiyesi buralarda dolaşıyor; fakat tam anlamıyla dolaşıyor; yol her hâlükârda dolambaçlıdır, dolambaçlı bir yolda da ancak dolaşılır. Öyle ki bahsedeceğim şeylerin hatta kitabın ve onu yazan öznenin bile dışında kaldığı, dışında bırakıldığı bir şey bu. Çağıranı çok bir gerçekliğin, çağıranı çok bir söylemin şimdiye gelişinde ve bunun da tüm diğer tarihlerle birlikte bir başka tarh oluşturmasında, onun da yorumlanmasında şaşılacak bir şey yok. Üstelik bu işin yansıyan kısmı; görünen kısmı bile değil. Evet, kötü bir tabir ama kullanılıyor, kolaycılık olduğu da doğru ve ‘yararsız’ olduğu da ama görünen o ki Ölüm Terbiyesi katmanlı bir okuma sunuyor; bunu sağlayansa metnin kendisinden çok referansların metnin içinde dalgalanması. Bu yüzden metne dair en basit sorunun ‘ne anlatıyor?’ olduğunu düşünmek zorunda kalarak, metnin ne dediğini sorduğumuzda karşımıza çıkan şey basit bir cevap bulmanın ya da en azından indirgemenin alanı dışında kalıyor.

Berrak bir zihinle okunması gereken bir çalışma her şeyden önce bu; berrak ve açık bir zihinle. İnançlarından şüphe etmeyenlerin bu çalışmada bir şeyler bulması biraz zor görünüyor. Bizimki gibi yalnızca bilmediklerini bildiklerine dair bir eminlikle yaşayan toplumlarda, kök çelişkilerin üzerine gitmek önemli elbette… İşte bu yüzden en azından bir okur olarak ben kendi adıma, Sayın’ın çalışmasında ‘Ölüm’ üzerine yaşananların öncelikle bu toplumun kök çelişkilerine, sonra da dalgalı atıflar ve referanslar eşliğinde insanın genel ruh haline yöneldiğini düşündüm. Muhtemelen bir başka okur çok daha açık sonuçlara vardığını düşünecektir, düşünüyordur, düşünmüştür… Fakat farklı bir alanla bağdaştırmak istediğimizde, sunulan algının, yapılan çözümlemenin daha fazla şey söylemeye başladığı da açık. Olması gereken bir şey bu; temel işlev açısından düşünmenin yasalarında ya da düşünmenin yasalarını belirleyen süreçlerde daha doğal bir şey yok.

Velhasıl kelam insan olmanın başlı başına bir soru, sorun, yük olması yani varlığın sonlu bir şey olmasına rağmen gerekli özeni kendi adına kendine göstermeyişi işin içine ölüm girdiğinde daha sert bir hal alıyor. İnsanın değer paradigmalarını hiç olmazsa ölüm karşısından işletmesi gerekirken, en çok bundan kaçınıyor. Sayın, burada yakın tarihin bu toplumda yaşanmış acı deneyimlerini de ekliyor bu kaçınmama başlığına. Bu elbette çarpıcı; bunun üzerinden insanın dünya üzerindeki çıplaklığı, bu çıplaklığa dair verdiği ya da vermediği çabalar da İslam açısından da farklı anlayışlar çerçevesinde metinde kendini gösteriyor. Bu ilk anda konuyu kapsamlı bir biçimde ele almak gibi görünse de, genişleyen kapsam ana yargıyı daraltıyor sanki.

Zeynep Sayın

Sonuç olarak kitabın ilgililerince çoktan okunduğunu düşünerek bu zorunlu açımlama ve bir nebze tartışma olan içeriği bir tarafa bırakalım ama okumayanların da en azından tartışmaya daha kuvvetli katılmaları açısından okumalarını tavsiye edelim.

Bizi en azından şu an daha çok ilgilendiren, kitabın içeriğinin dosyamızın içeriğiyle nasıl bağdaşacağı; bu enteresan sayılabilecek çalışma, kadın yazını, kadın yazarın ürettiği özneler açısından edebiyatla nerede kesişiyor?

Geçen sayı yazdıklarımız; öncelikle aynılaşmak üzerinden yok olan sıradışılık, işte burada kesişiyorlar ilk olarak. Anlatılan hikâyelerin kahramanları, kadın ya da erkek bir yazar yaratsın ya da yarattığını düşünsün, toplumsal gövdenin neresine tekabül ediyorlar? Bu anlamda başı kesik bir toplumu, başı kesik bir toplumun yeniden ve yeniden tekrarını edebiyata dahil etmeye ne zaman başladık? Dolayısıyla burada tam da Sayın’ın çalışmasında değindiği, altını çizmeye çalıştıkça aslında üstünü çizdiği ölüm ve saygı ikilisi öykü ya da roman kahramanları üzerinden, giderek daha sert bir biçimde toplumsal çözülüşü, öyleyse, başı kesik gövdenin çürüyüşünü -esas olan meseleyi- onaylamış olmuyor mu? Kafası kopmuş bir gövde, neden övülüp durulsun ama acı ama gizemli ama neredeyse övünerek? Yapılan bu değil mi? İşte buradan bakınca Marksizmin mesela ölmediği daha net ortaya çıkıyor, anlaşılıyor; Marksizm olması da şart değil. Yeter ki bir baş, bir bilinç, düşünen odağın gövdeyle teması olsun, olsun ki gövde çürümesin.

Burada hem gerçek anlamı hem de zaman içinde kazandığı yaygın anlam itibariyle pornografik olanın kadın özgürlüğüne ne denli içkin olduğu, alt tabakanın -burada alt tabaka diyerek ne kastettiğimden ben de emin değilim- pornografik olanı sosyal / toplumsal işleyişte nasıl erklikle biçimlediği gibi tuhaf ve içinden çıkılmaz başlıklar açmak mümkün; en azından yorumlamak / tartışmak açısından.

Açıkçası bu kısa alanda söylenmeye çalıştığım şu: Paranın en net sömürü alanı olarak gördüğü ve durmadan üzerine üzerine gittiği cinsellik açısından pür bir özgürlük algısına erişmek pek mümkün olan bir şey gibi görünmüyor. Bunu reddetmek işlerin giderek daha da karmaşıklaşmasını sağlıyor; Sayın’ın çalışması bir alan kaydırması yaparsak bu anlamda aslında kendi içeriğinden daha açıklayıcı bir hal alıyor.

Yani, Sayın’a ve onun Mevlana’ya yaptığı atıf üzerinden yürüsek, ‘ne olursan ol gel’ ama ben senden daha erkeğim, daha kadınım, daha özgürüm, daha Müslümanım, daha zekiyim, daha zenginim…

Sonuç olarak anlaşılan o ki eğer başsız gövde, yani gövde olmayan gövde varsa eğer ortada işte o gövde tam da bu söylemle şekillenen, övülen ve gerçekten anlamsız bir yere giden gövde. Çünkü ne vakit ona bir baş aransa, ona bir öznellik kazandırılmak istense, herkesin diline bir sözcük takılıyor: Baskı.

Başı olan bir gövde özgür olabilir mi? Daha acısı, başı olmadan işlemeyen bir gövde yaşadığını iddia ederse, derdini kime nasıl anlatacak?

Sorular çok ama şüphesiz başlı ya da başsız, her ölü gövde saygıyı hakkediyor.