Varoluşsal ve devrimci sorgulamalar

Ali BULUNMAZ

Dag Solstad’ı Mahcubiyet ve Haysiyet’le tanımıştık; ne tanışmaydı ama!

Kasvetli bir Norveç sabahında, her zamanki gibi eşini öpüp evden çıkan, Ibsen’in Yaban Ördeği’ni öğrencilerine anlatmak üzere okula giden ve o gün yaşamı aniden değişen Elias Rukla’nın, basit gibi görünen olaylar silsilesiyle (iç sıkıntılarının yüzeye çıkışı, şemsiyesinden çıkardığı hıncı ve bir öğrencisini abartılı şekilde azarlaması), hayatını ve eylemlerini sorgulamaya başlamasıyla şekillenen bir romandı Mahcubiyet ve Haysiyet.

Rukla, hızını alamayıp kendisiyle neden evlendiğini bir türlü çözemediği eşi Eva’yla ilgili kuşku ve sorularını da katmıştı işin içine. Ardından, üniversite yıllarında kurduğu arkadaşlıkları, katıldığı eylemleri ve eylemsizliklerini de birer birer masaya yatırmıştı.

Kısacası, şemsiyesini parçalamasıyla açığa çıkan öfkesi ve kuşkuları sonrasında belleğindekiler sökün eden Rukla; yenilgisini, uyumsuzluğunu ve başkalarından farklılaşan isteklerini koymuştu ortaya. Böylece Solstad, duygularının ve düşüncelerinin önündeki incecik kabuğu birden kırıveren, art arda sorular soran; aklına getirmemesi gereken her şeyle yüzleşen bir karakterin önüne atmıştı okuru.

Solstad, yeni kitabı Lise Öğretmeni Pedersen’in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı’nda; 1968 ruhuna yine bir öğretmenin hayatıyla odaklanıyor. Norveç taşrasındaki Larvik kasabasında göreve başlayan Knut Pedersen (acaba yazar, bu ismi kullanarak tüm eserlerini okuyup etkilendiği Knut Hamsun’a bir gönderme mi yapıyor?), yalın bir hayat isteğinin siyaset nedeniyle nasıl yeniden şekillendiğini, 68 kuşağının hayallerini ve sonrasındaki hesaplaşmalarını anlatıyor.

‘Henüz kullanılmamış’ bir devrimci

Pedersen, soluksuz anlatımına “Norveç Mucizesi”nin nasıl gerçekleştiğiyle başlıyor; kapitalizm ve emperyalizmin ülkeye etkisiyle birlikte savaşların, soykırımların ve işgallerin Norveç’i nasıl teğet geçtiğini, tüm bunların yöneticilerin vasat zekâsına karşın, insanların hayal gücünü ve yaratıcılığını nasıl olumlu etkilediğini sıralıyor.

Böyle bir ortamda, 1968’deki politik hareketlerin Norveç’te, pek çok ülkeye göre daha etkin hâle geldiğini ve halkla daha kolay ulaştığını; 1968-1978 döneminin, ülkede büyük bir politik, kültürel ve sanatsal uyanış yarattığını hatırlatıyor.

İlk görev yeri Larvik’e 1968’de gelen Pedersen, sıradan ve sıra dışı insanların devrimci ateşin etrafında toplanışıyla kendi hikâyesini buluşturuyor. Başka bir deyişle Solstad, romanı Pedersen’in otobiyografisinin 1968 sonrasındaki dönemi üzerine kuruyor.

Pedersen (tıpkı Mahcubiyet ve Haysiyet’teki Rukla gibi), Norveç eğitim sistemine dair eleştiriler getiriyor; iş bulmak dışında, öğrenimin neye yarayacağını pek bilmeyen ve İkinci Dünya Savaşı sonrası bunalıma giren yaşıtları gibi kendisini “henüz kullanılmamış” hissediyor.

Pedersen’in Larvik’teki hikâyesiyle beraber, Norveç’in 1968 öncesi ve sonrası siyasi tarihine, ülkedeki parlamenter sistemin evrimine, işçi ve öğrencilerin günlük hayatına dair anekdotlara rastlıyoruz: Tarihi yazanlar ile yalnızca “tarihin gaddarlığına” odaklanan kimi öğrencilerin yanı sıra Pedersen’in vermeye uğraştığı siyasi tarih dersi de cabası.

İşçilerle, devrimci marşlarla ve komünist parti üyeleriyle tanışmasını izleyen süreçte, okulda açılan tuhaf soruşturmanın peşi sıra, kendisine iki sınıf arasında durduğu söylenip “küçük burjuva” teşhisi konan Pedersen’in hayatının akışı değişiyor ve “iki diktatörlükten birini seçmesi” isteniyor, o da kararını veriyor veya verdiğini sanıyor: “Ömüme bu iki seçenek konduğunda karar vermek güç değildi. Şimdiye dek görünürde sahip olduğumu sandığım ve hayatım boyunca yanımda sürükleyip götürdüğüm özgürlükten kopmuştum zaten, bu durumda proletarya diktatörlüğüne evet demek zor olmadı benim için. Proletarya diktatörlüğüne coşkuyla evet dedim. Proletarya diktatörlüğü fikriydi benim için belirleyici olan, bu düşünce beni komünist yaptı ve hayatımı proletarya diktatörlüğü fikri üzerine kurulmuş bir hareketin içindeki anlayışlar doğrultusunda değiştirmeme neden oldu. İşçi sınıfına hizmet edebilmeyi sabırsızlıkla beklemeye başladım.”

Yol ve yoldaşlık arasında

Bahsettiği hizmet fikri, işe yaramama hissinden kurtulmak için ona bir fırsat gibi görünürken “özgür” Norveç’te kadrolarla uyumlu çalışma şartının getirildiği bir düzene geçen Pedersen, “kişiliğinin değişime uğradığını” ve hayatı yorumlayan “yalnız kurt” olmaktan uzaklaşmasının istendiğini düşünüyor. Başka bir deyişle Larvik’te “devrimci mitoloji”nin inşasına katılması bekleniyor ondan.

Ardından “silahlı devrim” tartışmaları, “burjuvaziye karşı savaş” eylemi geliyor ve Pedersen, kendisini “kürsüye zincirlenmiş bir öğretmen” olarak görürken burjuva ideallerinin içinin dolu olup olmadığını düşünmeye koyuluyor. Tabii o dönem, siyasi çalışmalar yaparken yakınlaştığı Nina’yı da unutmamak lazım: Bir yanda eşi, çocuğu ve lisedeki dersleri, diğer yanda parti üyeliği ve Nina. Yani Pedersen, yol ve yoldaşlık arasında kalıyor.

Sonuçta Pedersen, katıksız bir komünist olmayı reddederek kendisini tanımladığı kimlikle yaşamayı seçiyor. Bu arada Nina için eşinden ayrılıyor, Nina da onu yakın bir arkadaşı için terk ediyor. “Kızıl Hoca” ve “Larvikli Stalin” diye anılsa da Parti’nin isminin şahsından koparılmasını kabullenemeyen Pedersen, başlıyor yaşamını ve eylemlerini sorgulamaya: Her türlü bağdan kurtulup bilinmeyene doğru başıboş salınma fikri, ona cazip geliyor.

Nihayet, 1968-1978 arasında yaşadıklarını neden anlattığını açıklıyor Pedersen: “Hayatımın otuz ila kırk yaş arasındaki dönemini halkımı, Norveç insanını merak etme ve öğrenme çabası içinde geçirdiğimi itiraf etmekten zevk duyuyorum. On yıl boyunca hayatta bana dikte edilen koşulları yıkmaya çalıştım ve hayatımın mantıklı eylemlerle dolu geçtiğini düşünüyorum (...) Komünist Parti karşısında duyduğum endişeleri dile getirmeye çalıştım. Hayatımın on yılını verdiğim bu araca, şimdi büyük bir kuşkuyla bakıyorum.”

Pedersen; hem varoluşsal hem de devrimci bir sorgulamaya girerek çelişkilerini, kuşkularını ve yenilgilerini keşfediyor. Solstad, siyasi partilerin ve particiliğin klişelerini Pedersen aracılığıyla ironik biçimde eleştirirken onun kişiliğinde 68 kuşağının tutkulu, hüzünlü ve dönemin ağırlığını sırtlanan tavrını romanlaştırıp “ben” ve “biz” arasındaki gerilime yoğunlaşıyor.