“Her gün denizi görmezsem yaşayamam” derdi, yılların balıkçısı Palavra Basri. Balıkçılığı bırakıp karada iş bulanlar, belki ekonomik olarak daha rahat ederlerdi ama ruhsuzlaştıklarını söyleyerek yakınmaya başlarlardı bir süre sonra.

Ruhsuzlaşma diyerek anlattıkları şeyi sorgulayınca da, varoluşsal bir yalnızlıktan bahsettiklerini anlardım. Her gün denizi görmezse yaşayamayacağını düşünen Palavra Basri ile yazmazsa delireceğine inanan Sait Faik arasında bir benzerlik var mıydı? Şöyle yazmıştı Sait Faik, “Haritada Bir Nokta” öyküsünde: “Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum.

Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım.

Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.” Öyküyü okuyunca, Sait Faik için yazmanın hayata dahil olmakla ilgili olduğu anlaşılıyordu.

Zygmunt Bauman ve Rein Raud’un Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Benlik Pratikleri” kitabında da vardı bu varoluşsal yalnızlık bahsi. İnternetten bir süre ayrı kaldığında yaşadığı huzursuzluğu, her gün ibadet eden dindar birisinin ibadet edemediğinde yaşadığı huzursuzluğa benzetiyor Raud: “Eğer bir süreliğine e-posta ve Facebook hesaplarımı kontro etme imkânım olmamışsa, önümdeki işlere odaklanmakta aşırı zorlanıyorum…” Raud’un yaşadığı kaygının nedeni, parçası olması gereken şeylerden uzak kaldığı düşüncesiydi. Varoluşsal yalnızlığa tahammül etmek, öylesine güç ki…

Rollo May, “Kendini Arayan İnsan” adlı kitabında, yalnızlığın günümüz insanı için ağır bir tehdit olarak algılanışından bahseder, her şeyin dışında kalma, dışa itilme ya da ortamda olup bitene yabancı kalma olarak yaşanan: “Birey, iç dünyasında neler olduğunu tam olarak bilemediği zamanlarda, çareyi etrafına bakınıp başka insanlarla bağlantı kurmakta arar.” Çünkü insan, kendi sorunlarını ancak dünyayla ilişkisinde kavrayarak çözebilir. Diğer insanlar onun için öncelikle bir umuttur, başkalarının kendisine yol gösterebileceğine, korkularında yalnız olmadığına dair bir umut.

İnsanları dine ya da ideolojilere yönelten şey de bu umut… Sosyal medya, parçalanan toplumsalın yerini böylesi bir umut vaat ederek dolduruyor. Peki ama neden böyle bir umuda ihtiyaç duyuyoruz, baş edemediğimiz şey gerçekte ne?

Evde tek başına olunca, sırf ses olsun diye televizyonu açanlar, sessizliğin çağrıştırdığı bu varoluşsal yalnızlıktan mı ürkmektedirler? İnsanlar uzun süre tek başlarına kalınca, ne olacağı belirsiz bir sona yaklaştıklarını hissederler diyor May. Akla, cezaevlerindeki tek kişilik hücrelerdeki tecrit uygulamalarını getiriyor May’in bu sözleri. Uzun süre tek kişilik bir hücrede yaşayanlarda gerçeklik algısının ve belleğin zayıflaması gibi belirtilerin görülmesi, en önemlisi insanın kendisini hissedememesi ve yaşanan ruhsal çöküntü, varoluşsal yalnızlığın insana neler yapabileceğini gösterir bir bakıma. Benliği yitirme, gerçekliği de yitirmeyle sonuçlanır; benliğin parçalanması, gerçekliğin parçalanmasıyla…

Victor Serge’nin Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “İçeridekiler” adlı romanında vardı, Kropotkin kâğıtsız kalemsiz kapatıldığı hücrede, ruh sağlığını korumak için zihninde her gün bir gazete tasarlarmış, manşetinden köşe yazılarına kadar detaylı bir biçimde. Sait Faik’in yazmasam delirecektim dediği şey, tam da böyle bir şey değil mi? Kropotkin de hücresinde bir kurşun kalem bulsaydı, tıpkı Sait Faik gibi tutup onu öpecekti muhtemelen. Kropotkin’in yaşadığı zamanlarda internet diye bir şey yoktu. Belleği ve benliği daha zayıf olan günümüz insanı için, Kropotkin gibi tek kişilik bir hücreye kapatılmanın sonuçları muhtemelen daha ağır olacaktır. Ama bir yandan, hâlihazırda tecrit edilmiş hayatlar sürmüyor muyuz? İnternet ve televizyonun, bir yandan tüketim toplumuna özgü tecrit edilmeyi kolaylaştırdığı, bir yandan da tecrit edilmenin sonucu olan varoluşsal yalnızlığı uyuşturarak bağımlılığa neden olduğu bir yaşam…

Simon Critchley, “İmansızların İmanı” adlı kitabında, yaşadığımız çağı “karanlık zamanlar” olarak tarif ediyor, dünyanın düşler ve gerçekler olarak ikiye bölündüğü, hatta birbirinin yerine geçtiği. Zygmunt Bauman da, günümüz insanının iki ayrı evrende yaşadığını iddia ediyordu, ‘çevrimiçi’ ve ‘çevrimdışı’ olarak. Çevrimdışı evrene, ‘gerçek dünya’ demek, günümüzde artık ne kadar doğru? Sanal âlem denilen şeyin sınırları nerede başlayıp nerede bitiyor belirsizken... Yapay zekâ tartışmalarını da işin içine katınca, gerçeklikle beraber insan ve benliği hakkında başka başka sorular ve sorunlar gündeme geliyor.

Toplumda yaşanan karışıklıkların içimizde kopan fırtınalarla ilişkisi… Merak ettiğim bu...