Recep Tayyip Erdoğan’ın çatallı dili toplumun derin bir ayrışma yaşadığı şu günlerde gittikçe yönlendirici bir kıvama dönüştü. Olumsuz anlamda tabii. Artık sadece bir “söylem” değil bu. Eyleme dökülmüş bir söylem çoğunlukla. Rutine bağlanmış nutuklardan biri diye geçmenin de olanağı yok bu yüzden.

Erdoğan, temmuz ayından bu güne 300’ün üzerinde şehit verildiğini belirterek, “Ne kazandık biliyor musunuz, bu toprakların vatanımız olduğunu, dosta düşmana bir kez daha gösterdik. Bu önemliydi. Bu kazanç var ya öyle büyük bir kazanç ki ancak Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı ile mukayese edebiliriz” dedi, biliyorsunuz.

Öncelikle kıyastaki abartıyı görmezden gelerek belirteyim, muhterem kendisini toplumun “ata”sı yapacak bir “Kurtuluş ya da Çanakkale Savaşı” da bulmuş oldu böylelikle.

Bundan daha önemli olan ise Recep Bey’in “vatan yapma” tarzının ne olduğunun iyice ortaya çıkmasıdır. Bu, bilmem farkında mı ama “eski Türkiye” demeyi sevdiği dönemlerin üslubudur. Vatanseverliklerini bir düşman olmadan kanıtlayamayan kim varsa “eskisi”, “yenisi” fark etmez, bu üsluba sığındılar hep.

Recep Bey bize “vatan nasıl yapılır”ı anlattı kısaca. Umarım bu konuda ilk olduğunu düşünüp övünmüyordur. Çünkü memleketin ırkçı sağının “fikir” babalarından Nihal Atsız daha önce söylemişti bunu. Vatanı korumanın yolunun “elde sağlam ve vuruşçu” bir millet olması halinde mümkün olduğunu yazıp çizmiştir sıkça. “Vuruşçu millet”in ne olduğunu da, Recep Bey’in “mahallenin namusunu” koruma görevi verdiği bir “esnaf kardeş” gazeteci Nuh Köklü’yü öldürdüğünde anladık biz.



“Kurtarılması/kazanılması” için verilen mücadelenin “Çanakkale ya da Kurtuluş Savaşı ile mukayese” edildiği o toprakların, bu “mücadeleden” önce “vatan” olmadığını da kabul ediyor demek ki beyefendi. Oraların vatan olduğunu “dosta, düşmana” değil, kendisi ile benzerlerine “göstermiş” oluyor aslında. “Vatan”ı ellerinden kurtardığı güçlerle görüşmeler yaptığını unutarak hem de. Demek ki “düşman kuvvetlerin” elindeki vatan için müzakereler yapıyordu vaktiyle. Demek ki oralarda yöneticisi olduğu ülkenin kurallarının, yasalarının geçerli olmadığını kabul de ediyor. Şimdi kurtarılan o vatan parçasının üzerinde yaşayanların da “esir” olduğunu söylemesi gerekmez mi? Kurduğu cümlenin sonu böyle gelebilir ancak.

Vatan’ı “300’ün üzerinde şehit” vermeden de kazanmanın yolu, yöntemi vardı elbette. O bölgeyi bir mahrumiyet bölgesi olmaktan kurtarmak, o topraklar üzerinde yaşayanların dilini, kültürünü tanımak, eşit demokratik bir yeni cumhuriyet inşa etmek. Recep beyin ümmetçi/mezhepçi zihniyetiyle yapılamazdı bu tabii. “Vuruşçu millet”e başvurmak, “eskisi”yle, “yenisi”yle işine/kolayına gelir Türkiye’nin çünkü. İşte bu her iki Türkiye’nin “reisi”dir Recep Bey.

Tehlikeli kelamlar bunlar. 300 şehit vererek “dosta, düşmana bizim olduğunu” gösterdiğimiz “vatanımızın”, o topraklarda yaşayanlarda da bir “vatan” bilinci oluşturduğunu düşünmüyor mu peki Recep Bey? Yaşadıkları toprakların 300 şehitten önce kendilerinin olduğunu, yine Recep Bey’in bu cümleleriyle öğrendiler o insanlar, unutmayalım. “300 şehitten sonra” kaybettiklerinin meğerse kendi “vatanları” olduğunu düşünmeyecekler mi?

Recep Bey’in “şehitlik”e ilişkin gerçek duyguları nedir, merak etmekteyim ayrıca. Daha önceleri ölen askerlerden “kelle” diye söz etmişken, “dosta, düşmana” bizim olduğunu “gösterdiğimiz” “vatanımız” için ölen 300 askere/polise şehit demesine ne yol açtı acaba?

Öncekilerden “kelle” diye söz etmesinin nedeni o zamanlar “bir Çanakkale ya da Kurtuluş Savaşı”na “komuta” etmemiş oluşuydu belki kim bilir? Şimdi ne kadar övünse azdır. Artık o bir “komutan”.
Tarihte, zaten “kendisinin” olan vatanı yeniden kurtaran tek “komutan”.