Bir zamanlar kamu hizmeti diye bir mevhum ve karşılık geldiği bir dünya vardı. Köye, gecekonduya okul, yol, su götürmek kamu hizmetiydi. Kuşkusuz hizmetin siyaseten de “götür yolu, al oyu” gibi bir karşılığı vardı.

Şimdi yok mu kamu hizmeti? Kuşkusuz var ve siyasetin toplumla kurduğu ilişkide aynı patronaj ilişkisi toplumun en mikro gözeneklerine kömür torbaları, yiyecek paketleri, sadakalarla sirayet etmeyi sürdürüyor.

Mikro gözeneklerde durum bu olsa da, makro düzeyde hizmetin tanımı da vatandaşla ilişkilendirilişi de artık çok farklı biçimde gerçekleşiyor.

Bu yeni duruma en canlı biçimde geçen hafta İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan Bursa’ya giderken şahit oldum. Beni havalimanından alan şoför acelemin olmadığını söylediğimde, arabalı vapur ile geçiş yapılan yolu tercih etti. Osmangazi Köprüsü’ne göre daha uzun sürdü yolculuğumuz. Dönüşte, uçuş saatinin yakın olması nedeniyle Osmangazi Köprüsü’nü kullandık.

Akşam trafiğin yoğun olduğu saatler olmasına rağmen, yeni hizmete girmiş “kaymak” gibi yolda, dikkat çekici biçimde sınırlı araç vardı. Şoförle yaptığımız sohbette, yeni yolun arabalı vapurun iki katı ücreti olduğundan, eğer işi acil değilse, birçoğu gibi arabalı vapuru tercih ettiğini, Osmangazi Köprüsü’nden geçiş yapmaktan kaçındıklarını söyledi.

Bu durumun sadece Osmangazi Köprüsü’ne özgü olmadığını biliyoruz. 3. Köprü’de de aynı durum söz konusu değil mi? TIR ve Kamyon şoförleri diğer köprüler daha ucuz olduğundan 3. Köprü’yü kullanmamayı tercih ettiğinde, getirilen yasakları ve şoförlerin isyan edip, köprüyü trafiğe kapayışını hatırlayalım.

Benzer bir hikaye 3. Havalimanı için de geçerli. Havalimanının yapım gerekçesi olarak var olan iki havalimanının yetersiz kalması gösterildi. Ardından öğrendik ki 3. Havalimanı hizmete girdiğinde, Atatürk Havalimanı devre dışı bırakılacak. Yani mesele havalimanlarının yetersizliği değilmiş; tersine, yenisi yapılınca talep yetersizliği ortaya çıkıyor ve çözümü eskileri kapatmak oluyor.

Büyük projeler paketinin diğer üyesi şehir hastanelerinde de aynı senaryo ile karşı karşıyayız. Ankara’da hastane standartlarının çok üzerinde yatak kapasiteli iki hastane, Etlik ve Bilkent Şehir Hastaneleri açılırken, 14 tane kamu hastanesi, bu hastanelere hasta yaratmak için kapatılacak!

Bu uygulamaların gerisinde bu büyük yatırımlara verilen garantiler var. Dolayısıyla, yolcular, hastalar, kullanıcılar, verilen garantilerdeki sayıları tutturmak adına, kendileri açısından rasyonel ve ucuz olmayan yeni alternatiflere yönlendiriliyorlar.
Başlangıçta belirttiğim noktaya dönersek; bugün geldiğimiz noktada, hizmet artık vatandaşa gitmiyor, vatandaş devlet tarafından hizmete gitmeye zorlanıyor. Çünkü, bir kez daha tekrarlayalım, bu yatırımlar vatandaşa yönelik hizmetler değil, hizmet büyük yatırımcı denen bir avuç korumalı girişimciyi memnun etmeyi amaçlıyor!

Durum böyle olunca, siyasetçi ile vatandaş arasında kurulan “götür yolu, al oyu ilişkisi de kopmuş olmuyor mu? Havalimanına giderken, yol boyu şoförün şikayetlerini dinledim; projeye verilen garantiyi, vatandaşın düşürüldüğü durumun en az benim kadar farkındaydı. Aynı farkındalığın, TIR ve kamyon şoförleri içinde geçerli olduğunu biliyoruz. Havalimanı ve şehir hastaneleri devreye girdiğinde, o “hizmetleri” kullananlar açısından da benzer bir durumun ortaya çıkacağından şüphem yok.

Yapılan işin hizmet olmadığı, vatandaşın işleyen bu kar-rant çarkında örseleneceği o kadar açık ki, görmemek mümkün değil!

Geriye hizmet olarak kömür torbaları, yiyecek paketleri, sadakalar kalıyor. Siyaset açısından bu tür bir hizmet anlayışı yeter mi? Yetmediğini son referandumda gördük. Tam da o yüzden, (kuşkusuz tek neden değil) demokrasinin askıya alınışına şahit oluyoruz galiba, çünkü vatandaşına böyle yaklaşan bir iktidarın demokratik koşullarda kendisini üretmesi mümkün değil.

Bu durum bana köprünün başında durup, gelen gidenden haraç alan Deli Dumrul hikayesini hatırlattı. Lakin geldiğimiz noktada, Deli Dumrul’un yiğitliğinden eser yok, geriye kalan deliliği!