Bu hafta yine yoğundu. Önce Kopenhag’da Uluslararası Metropolis Konferansı’na katıldım ardından da Leicester Üniversitesi’nde Güvenlik...

Bu hafta yine yoğundu. Önce Kopenhag’da Uluslararası Metropolis Konferansı’na katıldım ardından da Leicester Üniversitesi’nde Güvenlik, Güvensizlik ve Avrupa’da Göç Konferansı’na. Bu köşede uluslararası göç meselesine sıkça yer veriyorum. Bunun bir kısmı mesleki deformasyon olabilir ancak bu nüfus hareketliliği konusunun çok önemli olduğunu düşünüyorum ve de devletler tarafından fena halde istismar edilen bu meseleyle ilgilenmek gerekli.
11 Eylül saldırılarından bu yana olumsuz anlamda çok ciddi dönüşüm yaşandı. Çok kültürlülük ve ‘farklılıklar zenginliktir’ gibi söylemlerden göçmenlerin bütün kötülüklerin kaynağı olduğu kanısı yaratan bir genel siyasi iklime geldik. Hemen hemen bütün devletler zenginlerin ve zenginliğin dışında kimsenin yerinden kıpırdamasını istemiyor gibi. Belki de göçmenlerden oluşan bir yedek işgücü ihtiyacının kriz vesaire ortadan kalkmış olduğunu düşünüyorlar.
Bütün bunların yanında entegrasyon, göçmenlerin toplumla bütünleşmesi konusu tamamen madem yabancısın elimden geleni ardıma komam seni yıldırmaya çalışırım çabasına dönüşmüş durumda. Hani bunun bir adım sonrası anne, baba ya da ailesinde yabancı kökenli olanların sınır dışı edilmesini falan önermek olabilir. Entegrasyondan anlaşılan da toplumdaki genel meseleleri göçmen ya da göçmen kökenli azınlık cemaatlerin çözmesini beklemek. Bunun mucidi İngiltere’de İşçi Partisi ve Tony Blair hükümetiydi. Tony gitti ama bu bize miras kaldı. Kopenhag’da Kanada Göç ve Vatandaşlık Bakanlığının davetlisi olduğumuz panelde benimle birlikte Hollanda’dan bir belediye meclisi üyesi ve Kanada’nın saygın gazetelerinden Toronto Star’ın editörü Harun Sıddıki vardı. Mesele göçmenlerin beraberinde getirdikleri çatışmalardı. Ya da ithal edilmiş çatışmalar. Yani hindistan’dan gelen Sihler ile Hindular ya da Si Lankalı Tamiller ile Seylanlılar arasında Kanada’da ya da İngiltere’de çatışmaların önlenmesi. Ya da daha yakından bilebileceğimiz Kürtler ile Türklerin, daha doğrusu PKK’liler ile ülkücülerin çatışmaları.
Hollandalı belediye meclisi üyesi bu tarz çatışmaların önceden öngörülüp müdahale edilmesi gerektiğini ve müdahale ettiklerini anlattı. Sıddıki bu meselelerin öyle ithal edilmiş olarak değerlendirilmesine karşı çıktı. Dinleyicilerden katkılar da bu tarz çatışmaların toplum ve cemaat liderleri ile görüşülerek halledilebileceğini ileri sürenler oldu. Yani döndük dolaştık Tony’nin çözümüne geldik yine.
7 Temmuz 2005’te Londra’da tren istasyonları ve otobüsler bombalandığında, 2001 New York bombalamalarında olduğu gibi Müslümanlar apar topar suçlu ilan edildi. Şimdi tam sayısını hatırlamıyorum ancak ilk etapta 600’den fazla Müslüman gözaltına alındı. Belki hatırlarsınız aralarında Türkler de vardı. Özetle, sorun bir anda “Müslümanların terör sorunu” biçiminde formüle edildi. Bir yandan Müslümanlara karşı cadı avı abartılarak yürütülürken bir yandan da ‘ee Müslümanlar aralarında bu sorunu çözsünler’ alt yazısıyla bir takım cemaat liderleri, kanaat önderleri vs ile görüşmeler yapıldı. Bunda saçma olan, ‘Laik’ İngiliz devletinin, Müslüman, Hıristiyan, dinsiz herkesi eşit derecede etkileyen bir meseleyi neredeyse hiçbir kanıta dayandırmadan dini cemaatlere havale ediyor görünmesi.
Kanaat önderleriyle görüşmek gayet anlaşılır ve sıradan bir pazarlama tekniğidir ve sakıncası  yoktur. Ancak göçmenlere ya da azınlıklara dair meselelerin bu tarz cemaatçi yaklaşımlara teslim olması kabul edilemez.
Hollandalı arkadaş  futbol örneği verdi. Bir Türk futbol takımıyla Hollanda takımı karşılaştığında Türkler bahçelerine Türk bayrağı asıyormuş, bunu gören Kürtler de Kürdistan bayrağı asıyormuş. LaHey belediyesi de müdahale edip iki bayrağı da kaldırtıyormuş çatışma olmasın diye. Bunun için de cemaat liderleriyle görüşüyorlarmış.
Ne yani şimdi İngiltere’de epeydir kendini gösteren bir toplum içinde davranış bozukluğu denen saldırganlık meselesi var. Bu tarz vakalara karışanların çoğunluğu da İngiliz ve beyaz. Ne yapacağız şimdi? İngiltere Kilisesi’ne gidip papazlarla mı görüşelim sorunu çözmek için? Demokratik parlamentoya ne oldu? Niye siyaset mekanizmasını etkinleştirip oradan çözüm üretemiyoruz?
Futbol meselesine gelince illa Türkiye ile Hollanda’nın oynamasına gerek yok. Arsenal ile Totenham oynayınca da bayraklar çekiliyor ve zaman zaman da insanlar birbirine saldırıyor.
Leicester konferansı  akademik olarak daha zengin bir toplantı oldu. Orada da benzer konuları tartıştık; ancak bu kez tamamen güvenlik, güvensizlik ve Avrupa’da göç çerçevesinde kalarak.
Hemen hepimizin üzerinde anlaştığı  konu bu işin bireyler ve toplumun genel olarak aleyhine ve kabul edilemez uygulama ve yaklaşımlarla sakatlanmış olduğuydu. Göç kontrol sistem, politika ve uygulamalarının aslolarak varolan güvensizlikleri artırdığı ve hatta bir güvensizlik kaynağı olduğuna vurgu yapıldı. Sığınmacı, mülteci ve diğer göçmenlerin deneyimleri üzerinden bu güvensizlik durumunun ne olduğu somutlaştırıldı.
Bunun yanında yine politika ve göçü sınırlama çabalarının göçmenlerin istmeyerek de olsa yerleşmelerine yol açtığına vurgu yaptık. Örneğin, İngiltere’ye gelen bir göçmen normal şartlarda bir kaç ay veya bir yıl çalışıp, para biriktirmeye ihtiyacı olmasına karşın geri dönerse tekrar İngiltere’ye gelemeyeceğini düşündüğü ya da bildiği için yerleşmeyi amaçlıyor.
Çok verimli tartışmalar olmakla birlikte bütün bunların arasından gördüğüm asıl önemli sorun akademisyenlerin, araştırmacı ve öğrencilerin kullandıkları dil ve yaklaşım. Göç veya nüfus hareketliliğini bir yük, tehdit, problem olarak görmek bunun en göze batması gereken yanı. İkincisi de buna hep bir kontrol etme ve durdurma amacıyla bakılması.
İşin komik tarafı, ya da acıklı tarafı, muhalif olduğunu düşündüğünüz, bunları eleştiren kişiler bile iktidarın dili ile konuşuyorlar. Buradan başlamak ve insan hareketliliğine sınır getirmeyen bir rejim tahayyül etmek hepimizin yararına.
İyi pazarlar ve bol şanslar.