Ve birden gök gürledi, renkler utandı, kara tahta ağladı. Bir ses böldü boşsuzluğumu. ‘’Özgür, ne yapıyorsun salak evladım?’’ dedi az bıyıklı hocamız. “Niye kağıdınla ilgili değilsin?’’

Ve hepsi aklımdan dışarı damlıyordu

ANIL NİŞANCALI
@anilnisancali

Kendimi camdan aşağı yazacağım. Baksana asfaltın üstü hikaye dolu ve nemli. Işıklar kapalı ve bu çok tehlikeliymiş gibi hissediyorum, kravatım terletiyor ve 8 beden bol gömleğim, hani o hep okul kıyafeti aldığımız dükkandan fırlama olan ve gri pantalonum beni fikren fail bir ceset gibi gösteriyor. Ne kadar havalı kelimeler kullanıyorum be. Yaşım 15, ceset, isyan ve bir patatesli bir ayran ekseninde dönmeli hayatım. Solumda, bu yaşta birinin sevebileceği ne varsa bir arada. Gene beyaz gömlek, ama onunki göğsünde pahalı logo olanlardan. Gene aynı markanın eteği, ama falçata darbeleriyle derbeder olup diz üstüne kadar çıkmış. Ama o saçlar. Ve o saçlar. Şimdi o saçlar. Şu yaşımdayım, ben anlatamam, anca Patti Smith cover’ler o saçları. Tıpkı bir Nirvana şarkısı gibi ve Patti Smith’in stüdyoda Müslüm Gürses’ten daha arabesk bir yorum ile o saçları anlatması gerekiyor. Sağa sola savrulduklarında masama bir iki meteor düşüyor. İki kere iki anlamını yitiriyor. İsmi Çilem. Bu da benim Çilem’miş gibi düşünüp, öyle matematiğim çile diye bağırıyorum. Benim tatlı ve güzel intikamım önümde duruyor. Bir matematik sınavındayız ve ben iki ve ikinin meselesine karışmayı hiç etik bulmuyorum. Benim aklım, İki Dakika Kalorifere Gelsene isimli okul gazetesinde. Uğraşıyorum, okulda bir şeyler öğrenmek gerekiyorsa öğreniyorum. Kendi kendime bir okul okuyorum, bu onların onayladığı şey olmak zorunda mı? Matematik’te sanal değerleri birbirine pazarlamak zorunda mıyız? İki, ikiyi sevdiyse ve dört etmeleri bu aşk için bir sorunsa, hiçbir şey etmeyebilirler. Birbirini seven iki değerin bir şeyler etmesi gerekmiyor. Tıpkı ben ve Çilem gibi. Özgür’ün Çile’si.

Ve birden gök gürledi, renkler utandı, kara tahta ağladı. Bir ses böldü boşsuzluğumu. ‘’Özgür, ne yapıyorsun salak evladım?’’ dedi az bıyıklı hocamız. ‘’Niye kağıdınla ilgili değilsin?’’

‘’Hocam’’ diyemedim ‘’İki ile iki’nin meselesi bu, Pisagor ferman dinlemiyor’’

‘’Hocam’’ dedim onun yerine ‘’Bir şey düşünüyordum’’

Ve birden gök güldü, renkler gökkuşağı tükürdü ve ben bile kendim ile dalga geçtim. Ses çıkartmak gerek ama önce şu önümdeki bölüm sonu canavarını dövmek zorundayım. Korkut hoca matematik öğretmenimiz. Aşağı yukarı 8 metre boyunda, iki başlı, sekiz kollu, bir tarantuladan hallice sevimli ve küçükken ona masal okunmadığı çok belli. Beynimin içi Edith Piaf ve Gülden Karaböcek’in karşılıklı bir votka masasına oturması gibi be Korkut hocam, ne istersin benden ve kalemimden? Çilem’e bakıyorum, keşke o da hocadan yediğim postayı ayıplarcasına bana baksaydı. Ona göre yoktum ben. Yok. Beni en iyi anlatan şey buydu ona göre. Aklım başım yara bere gibi sınav kağıdına geri baktım, tüm alfabeyi toplayıp 88 bulmuş bir manyak bana b harfinin hangi sayıya işaret ettiğini soruyor. Ebeme işaret ettiğinde çok eminim ama bunu okuldan atılmadan sınav kağıdına yazacak edebi ifade gücünden yoksunum. Kemeri belinde değil de aklında olan Korkut hocadan fikrimi ve canımı kurtardıktan sonra bir baktım, kurtaran yağmur yağıyor. Tüm okul pencereden bakıp birbirine kol bacak sokmalı şakalar yapıyor ve kahkahaları sıralara kusuyor. Evlerinde musluğun başına geçtiklerinde de bu kadar eğleniyorlar mı acaba diye merak ediyorum. Sınıftan dışarı seğirtip, bir yağmuraltı sigarası dinlendirmek istiyorum. İçime çekmiyorum, dışıma çekiyorum. İç güzelliğim değil yani, güzel görünmek ile uğraşıyorum. Çilem kantinden simit ayran almış, ıslanmamak için zigzag yaparak kaçıyor. Yağmur buluta küs, Çilem kaçıyor, aklım başımdan dışarıda ıslak turlar atıp nemli referandumlar içinde. Biraz ıslanıp kendimi James Dean veya Ümit Besen olduğuma ikna etmiştim ki, biri gri pantalonumu kemerinden kavradı ve kulağımın en okul traşı yerine meteoru şaplattı. ‘’Lan!’’ dedim, ‘’Lan?’’ dedi. Korkut hoca, bir insanın bir şeye en şevkle nasıl sarılabileceğini kanıtlamak istercesine asıldı kulağımın cephesine ve abanmaya başladı. ‘’Lan it’’ dedi, havlıyordu,

‘’Lan şerefsiz’’ dedi, sanırım aramızda empati kuruyordu,

‘’Lan hayvanoğlu hayvan dedi’’ hayvan bir hakaret değildi. Kulağıma abanarak ulusa seslenişini bitirip sordu. ‘’O yazı ne lan?’’ dibine de sırf benim duyabileceğim bir tonla ekledi ‘’Göt’’ dedi ve kanırtmaya başladı.

Ensemden tutup beni okul gazetesinin bulunduğu camekana gelişigüzel çarptı. ‘’Karışık Tostun Karışık ama Tost Olmaması’’ isimli yazıma burnumu sürttü. Okul kantininin ihalesini müdürümüz, yani Korkut denen pezevengin yeğeni almıştı. Bunla alakalı, kısıtlı imlam ve tüm on beş yaşımla bir şeyler yazmıştım. Çünkü tostların içinden cam, böcek ve cehalet çıkıyordu. Aklımız karışıktı ama midemiz de ondan aşağı gelmiyordu. Kaçak sigaralar için değil, kusmak için tuvaletin kapısını aşındırıyordu. Tekrar bir tane enseme patlattıktan sonra sorusunu yineledi. ‘’Güzel evladım’’ dedi. Onun evladı olabilmek için ne suç işlemiş olabilirdim? Aşkolsundu. ‘’Bu suç, biliyorsun değil mi.’’

‘’Suç evet, ama bunu ben işlemedim. İşlenen bir suçu okula duyurdum. Hem siz, bir okul müdürüsünüz ve şuan buna kızıyorsanız suçu kabul etmiş olmaz mısınız?’’ diye sordum. Ah benim ağzıma salıncakla sallana sallana sıçalar, o lafı ettikten sonra Korkut’tan ve az bıyığından yediğim dayağı sanırım millet nesilden nesile anlatacak. Şipşak bir disiplin kurulu toplandı ve hükmüm bir dönem okuldan uzaklaştırımak oldu. Okuldan çıkarken, daha atonal bir yağmurda seke seke ilerliyordum ki Çilem bileğimi tuttu. ‘’Çok canını yaktılar mı? Kalbin kırıldı mı?’’ diye sordu. ‘’Kalbim değil’’ dedim ‘’Can’ım kırıldı. Can’ım müebbet kırıldı.’’ Yağmur yağıyordu, penceremden dışarı bir galaksi vardı ve hepsi aklımdan dışarı damlıyordu.