Üniversitede fark edemediğim, şimdi ise tiyatrolara giderken vazgeçemediğim arkadaşım, Bu sezonu da kapattık. Daha kısıtlı...

Üniversitede fark edemediğim, şimdi ise tiyatrolara giderken vazgeçemediğim arkadaşım, Bu sezonu da kapattık. Daha kısıtlı bir program ile hem Şehir Tiyatroları’na, hem de Devlet Tiyatroları’na bağlı sahnelerin yer ile yeksan halini unutmadan, özel tiyatroların kıyısından geçerek kapattık hem de. Eskiden paldır küldür inilen Aziz Nesin Sahnesi’nde izlenilen oyunlardan neredeyse hiçbiri yoktu bu yıl Devlet Tiyatroları’nın programında. Taksim kötüden kötüye tiyatrodan kopartıldı bu sezon işte. Ne AKM’de bir opera, ne Taksim Sahnesi’nde bir komedi, ne de Aziz Nesin’de bir Edip Cansever oyunu vardı. Baki kalan merdivenlerdeki ayak izlerimizdi. Koltuğa yaslanışımızdı. Rahatsız eden bir kokuydu kuşkusuz. Oyundan çıkınca kazınan midemizdi, Kızılkayalar’ın ıslak hamburgeriydi. Oyuncularla karşılaşabilme ihtimaliydi. Oyun sonunda locadan “bravo” çekebilmekti…
Bugün öyle mi ya? Alışveriş merkezlerine tıkılan salonlar, tüketim toplumuna naçizane katkı sunan büyük vitrinler, bugüne kadar destek verilmeyen Kenterler’in oldu bittiyle kiralanan sahnesi, güdük bırakılan oyun programları, şehirden oldukça uzaklara kurulan yeni tiyatro sahneleri… Tiyatro oyunu –naçizane bir izleyici olan bende– sadece kurgusuyla, müziğiyle, senaryosuyla değil mekânı ile de akılda kalandır. Öncesinde merdiven altı sohbetleriyle, dik oturulan rahatsız koltuklarıyla, oyun sonunda Cihangir’de içilen iki birasıyla anılır. Asla “izlediğimiz falanca oyun” değil, “Taksim Sahnesi’nde izlediğimiz ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’”dür dimağında kalan insanın. Yani en azından benim için…
Önümüzdeki yıllar ne gösterir bilinmez ama, her ne kadar mimarisi göz alıcı olsa da ‘Süreyya Sineması’nın opera salonuna döndürülmesi, koskoca İstanbul’un büyüklük açısından yarım buçuk bir opera binasına mahkûm edilmesi de iç acıtan diğer bir hadise. Seçim nedeniyle koştur koştur yapılan metrobüs altyapısının yarısı AKM’ye, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne gösterilse şimdi bu konuları yazmıyor olacaktık. "Oy gelmeyecek yerden salon esirgenirmiş" derler, öyle de oldu.
•••
Bu sezon seninle birçok oyuna gittik. Çarşambalar demek, tiyatro ve opera günü demekti. Ne güzeldi, yine de. Bu sezonun en akılda kalan oyunlarını düşündüm de geçenlerde, geçmiş yıllar kadar listeyi kabarık tutamadım. Ama yine de aklımda yer edenler elbette var.
Örneğin Marquez’in ‘Kırmızı Pazartesi’si bence en güzel oyunlarından biriydi sezonun. Kostümler ve müzik etkileyiciydi. Bir de oyuna başlarken koltuklara bırakılan “Santiago Nasar seni öldürecekler” notu ile bir anda cinayetin baştanığı ilan edilmemiz oyuna farklı bir hava da vermişti. Dikkatimi cezbeden iki oyun daha vardı. Biri ‘Maskeliler’, diğeri ‘Savaş ve Kadın’. 'Maskeliler' bu sezon ödül alan bir oyun. Filistinli üç farklı karakterdeki kardeşin, savaşın ortasındaki öykülerini anlatan tek perdelik bir oyun. Oyunun içerisinde ihanet de var, mücadele de var, gözyaşı da… ‘Savaş ve Kadın’ ise tecavüze uğrayan Bosnalı bir kadın ile ona psikolojik destek veren ABD’li psikiyatr kadının ilişkileri, diyalogları üzerine kurulu bir oyun. Yugoslavya’nın dağılmışlığını iyi işleyen, sahne tasarımı dikkat çekici beyazlıkta, savaşa tecavüzler ve baskılarla, zorla müdahil edilen bir kadının hikâyesi. Oyunun yönetmeni ise aynı zamanda Şehir Tiyatroları Genel Yayın Yönetmeni olan, Muhsin Ertuğrul Sahnesi yıkılırsa dozerlerin önünde buluşmayı öneren Orhan Alkaya. Dozerlerin önünde buluşuldu mu ben bilmiyorum. Ya da koltuk güzel mi, onu da bilmiyorum. Neyse, biz basit birer Keloğlan’ız, izlediklerimizi hatırlayalım, değil mi arkadaşım…
Güneş doğdu ve bu mektup bitti. Bir de keyifsiz mi keyifsiz ayrıldığımız oyunlar, ağzımız kulaklarımızda çıktığımız operalar da var ki, onları da bir sonraki mektupta anlatırım. Zaten hangi birini unutacaksın ki. Hepsini yan yana izledik yahu...