Yine de… Ülkemizin yeniden çiçek açacağı günlerde sevincimiz olsun. Yetmiş yıllık onurlu yaşamın içinden pir u pak bir edebiyat adamı olarak geçtin sen Ahmet abi

“Ve, ülkem beni terk etti”

EREN AYSAN

Doksanlı yılların başı… Bir ilkbahar akşamı olmalı. Ankara nergis kokularına yenik düşmeye başlamış. Okul çıkışı Mülkiyeliler Birliği’ne koşarak giriyorum. Beyaz örtülü bir masada annemle Ahmet abi oturuyor. Bir şiiri kanatlandırıyorlar… Taptaze bir şiir, hem de… Adı: Asmin… “Asmin, üç bin metre doruklarda açan bir dağ çiçeğidir” diyor Ahmet abi… “Bir de Çetin Öner’in annesinin adı…” Kocaman bir gülümseme dudaklarımda… “Bu şiir Çerkes kardeşliği için mi yazıldı?” diye soruyorum. O yıllarda yanıtsız soruları ve sonrasında çok yaşayacağım uzun susuşların anlamını bilmiyorum.

Ankara henüz kan ve is kokmuyor! Yine de 12 Eylül’ün uzun süren kışı artçılarıyla sürüyor. Kolay değil, “yangın yılları”ndan yeni çıkmışız da kahır yıllarına varmamışız. Ahmet abi, “Su çürüdü” demiş, “Adımdan gayrısını bilmiyorum”u da ekleyerek… Oysa fizikte su filan çürümez. Hadi çürüdü diyelim, su biterse yeryüzünde, tek bir canlı kalmaz. Ne küçük bir çocuğun gülüşü ne de seke seke koşan bir ceylan ne de saksıdan boynunu uzatmaya çalışan hercai menekşe… İnsana dairdir hayat! Peki mapushanede işkence? Bu yüzden belki de şiirimizin hayatı savunan en güçlü şiirlerinden biridir, büyük bir itirazdır yaşamın sesini yok edenlere, “Su çürüdü.”
Bu şiirin yazıldığı tarihten neredeyse on yıl kadar sonrasında bir zaman dilimi söz açtığım… “Kumrular Sokağı hüzzamdı bir zamanlar/ Kale’ye rast vaktinde çıkılırdı/ Gariptir, Sezenler’deki hanende/ Çekip gitti Sargut’tan bir ay önce ” dizelerindeki gibi, gözlerde o bir daha dönülemeyecek hazin günlere ait hüzün var. Düşünsenize, Sargut Çölşün gittiği Almanya’da, hayatta! Ölümün soğuk nefesini tatmamış… Babamlar yakılmamış… Bilge Karasu Tavukçu’da oturuyor, Hüseyin Cöntürk kahvede gençlerle şiir üzerine sohbeti koyultuyor, Ahmet Erhan, Akif Kurtuluş ve Adnan Azar Express’te biralarını yudumluyor. Körfez’de Muzaffer Buyrukçu beyaz ütülü gömleğinin kollarını özenle sıvamış anılarını not ediyor. Nostalji’de Salih Bolat’la Metin Altıok rakı üzerine güzellemelerle coşuyor. Naşide tok sesiyle utanarak şarkı söylüyor. Erhan Bener, Yüksel Caddesi’nde ağır ağır yürüyor. Hasan Uysal, Fikret Otyam’la Fikret Mualla’nın çocuksu resimleri üzerine tartışıyor, Çerkes Karadağ biraz daha zayıflamış mı? Hay Allah! Duran Karaca yeni resim sergisi açmış. Gürsel Korat ilk romanını tamamlamak üzere. Şükrü Erbaş çalıştığı Toprak Mahsulleri Ofisi’nden çıkmış, kendini Kızılay’a atmış. Ahmet Say, yeni bir yazar örgütü kurma çabası içinde… Umudumuz var! Benjamin’in, “umut dediğimiz şey umutsuzlar adına bir beklentidir aslında” sözüne özenle yaslanmışız. Umutsuzluğun geçmiş darbe tarihinde yazılı son yaprak olduğunu sanıyoruz. Ahmet abi de 1402’lik olduğu için atıldığı işine dönmüş, emekli olmuş. Bir de eski bir volkswagen araba almış.

Ahmet abinin tek bir yarım kitabının olduğunu düşünürüm. O da Ulus Baker’le yaptığı “Vicdan: Romantizmin Ruhu” söyleşisidir. Sanki daha da uzayacak, oylumlu, katıksız bir filozofla bir şairin kolay kolay yan yana gelemeyeceği, gelse de böyle tadından yenmeyeceği bir söyleşidir okuduğumuz… Belki de Ahmet abi de, Ulus’un benim gibi hep yanında olacağını düşündü. Çarçabuk gitmeyeceğini… Gidenler kalanların anısı oldular yürüdüğümüz sokaklarda…

Sadece Ankara’da değil bütün Türkiye’de azar azar, onar onar, yüzer yüzer öldük sonrasında… Gidenlerden biri de Tahir Elçi’ydi. Türkan Elçi, faili belli meçhullerden olan kocasının ardından; “O gitti ve ardından bir kent yıkıldı. Tahir, genç ölümlerin yetim çocukların gözyaşlarına, faili meçhullerin aydınlatılmamasını yüreğinin ta derininde hisseden biriydi. Sürekli, ‘Gittikçe Halep kentinin yaşadıklarını yaşayacağız’ diyordu. Ne yazık ki içinde olduğumuz felaketi duyurmada tek başına kaldı” diye konuştu… Bu sözlerin ardından yaslanabileceğim dayanağım yine şiir oldu: “Gidersen yıkılır bir kent, kuşlar da gider / Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında” Acımı hafifletmek değildi derdim. Acımı paylaşacak bir ses, nefes yaratmamdı, Ahmet abinin dizeleriyle… Çünkü Diyarbakır’ın künyesi belliydi artık. Öfkeyle gözyaşımızı harmanlayarak sözün gücüne sığınırken, şiirin öznesinin ne çok olduğunu bir kere daha yaşadım, gördüm. Şiire bir anlam atfetmek değil derdim, şiirin acıların tanığı olduğunu bir kere daha vurgulamak. Dahası okuru, bizi tanık olarak seçdiğini!

Aslında şiir yazılırken şairin düşündüğü, boğulduğu, üstüne bir karabasan gibi yıkılacağını hissettiği kent Diyarbakır değildi, büyük olasılıkla! Ne fark eder? Metin Altıok, “ben diyorsam bilin ki o sizsiniz” dizesini yazarken şiiri kime emanet ediyordu? Şiirin gizil gücü tam da bu nokta değil de nedir?

Çaresizlik kuyusuna bakarsın, ses verir, acıları biriktirirsin. Paul Eluard’ın, “kapılar tutulmuş, neylersin / neylersin içerde kalmışız / yollar kesilmiş / şehir yenilmiş neylersin / açlıktır başlamış / elde silah kalmamış neylersin / neylersin karanlık da bastırmış / sevişmezsin de neylersin?” şiirinin adı “neylersin”i yıllar sonra kendi kitabının adı yapmanın hevesi de bir başka şairin o zamanın ruhunu iliklerine kadar hissetmesi midir? Yoksa o şiirin içinde dönüp dolanırken kendini tartımlayan yeni acılarla Eluard’ı birleştirmesi mi?

Geçtiğimiz günlerde son kitabı, “Bakışın Senin”i elime aldığımda, “ve, ülkem beni terk etti.” dizesine takılıp kaldım. Uzun süre sayfaya baktım. Öylece… Bir süre hiçbir şey düşünmek istemedim. Üstelik bir başka dize, “ölüm de kaybediyor haysiyetini” içinde kıvranıp kalmış, herşeyin anlamsızlaştığı günler içinde hemhal olmuşken… Bir şaire bunu yapan bilinç yoksunluğunu uzun uzadıya tartışmaya açmak artık bu dizeyi yorar.
Yine de… Ülkemizin yeniden çiçek açacağı günlerde sevincimiz olsun. Yetmiş yıllık onurlu yaşamın içinden pir u pak bir edebiyat adamı olarak geçtin. Yalnızca kıymetli bir şair olarak değil öldürülen arkadaşlarının hayatlarını namusuyla yaşamak adına elinden geleni yaptın. İyi ki doğdun Ahmet abi.