Camus, faşizmin insanın kendi şaşmaz doğruluğuna dair inancından kaynaklandığını bilir ve romanını bunun üzerine kurar

Veba

Albert Camus, 1947 senesinde basılan Veba adlı romanında yavaş yavaş herkesi ele geçiren korkunç bir hastalığı anlatır. Bu romanı yazarken 1941’de Cezayir’de tanık olduğu bir tifo salgınından esinlendiği varsayılır. Ama derinlerde bir yerde, onun bulaşıcı bir kötülüğün insanlara ve topluma yayılışının hikayesini anlattığını hissederiz.

Veba’da sıkıcı bir kentte gündelik yaşantılarını olaysızca sürdüren sıradan insanların hayatları bir gecede değişir. Romanın başında kimse olan biteni anlamaz ya da kabul etmek istemez. Ama hastalık taşıyan sıçanlar yavaş yavaş sokaklarda, merdivenlerde, evlerde ve otellerde görülmeye başlarlar. Hepsi ya can çekişmektedir ya da çoktan ölmüştür. Ardından insanlar hastalanır. Önce biri ardından diğeri. Bir süre sonra ölmeye başlarlar. Sonunda sayılar göz ardı edilemeyecek kadar artar ve hastalık kenti tamamen ele geçirir.

“Bizim kentimizin sakinleri de herkes gibiydi, kendi hayatlarına dalmış yaşayıp gidiyorlardı. Hümanisttiler aslında, salgınlara inanmıyorlardı. Salgın insanların boyutunu anlayabilecekleri bir şey değildir çünkü. Onun için kendimize onun aklın bir oyunu olduğunu söyleriz. Kötü bir rüya olduğuna inanırız ve üzerinde durmazsak yok olup gideceğini düşünürüz. Ama yok olup gitmez. Bir kötü rüyadan ötekine, yok olup giden insanlardır. En başta da hümanist olduğunu düşünenler. Çünkü buna tamamen hazırlıksızdırlar.”

Albert Camus Veba’yı yazarken 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Avrupa’ya yaydığı kötülüğü izlemiş ve bir salgın hastalık olarak gördüğü faşizmin öncelikle gündelik hayatı ele geçirdiğini görmüştür. “Bir savaş patladığı zaman, insanlar, ‘Fazla uzun sürmez, çünkü çok anlamsız bir şey.› derler,” diyerek uyarır okuyucuyu. Halbuki bütün savaşlar anlamsızdır ona göre. Hepsi saçmadır. “Ama böyle oluşu uzayıp gitmesini önlemez,” der Camus, “anlamsızlık, saçmalık daima kendini belli eder, insanlar yalnız kendilerini düşünmeseler onun varlığını fark edebilirlerdi.”

Camus, faşizmin insanın kendi şaşmaz doğruluğuna dair inancından kaynaklandığını bilir ve romanını bunun üzerine kurar. “En büyük kusur, her şeyi bildiğini sanmaktan doğar ve insanları öldürmek için kendinde hak görmekten gelir,” der bir yerde. Esas mesele onu tanımak ve onunla yüzleşecek cesareti göstermektedir. Ama insanlar bu salgın hastalığı görmezden gelirler, çünkü kötülüğün onlara ilişmeyeceğini düşünürler. Gerçek şudur ki, kötülük herkese --özellikle de onu görmezden gelenlere— sirayet edebilecek bir şeydir. Onun için en büyük hata kendimizi soyut bir iyilik fikrinin rehavetine bırakmak ve kendi pozisyonumuzu sorgulamamaktır.

Türkiye’de bir süredir kapkara bir kötülük büyüyor. Yavaş yavaş sokakları ele geçiriyor. Bir gün önce birlikte çay içmiş, aynı sofrada oturup yemek yemiş insanlar birbirine düşman kesiliyor. Ayrılıklar, farklılıklar aşılmaz engeller haline geliyor. Düşmanlık ve nefret gündelik hayatı işgal ediyor. Sahibi Kürt olduğunu için yakılan bir dükkanın önünde mahalleden başka bir esnaf kalkıp şöyle diyebiliyor: “Daha iki gün önce tavla oynuyorduk bölücü şerefsizle.” Kendi iyiliğinden emin bunları söylerken. Yaptıklarının doğruluğuna dair hiç şüphesi yok. Sorsanız insansever biri olduğunu bile söyleyecektir size. Mahallenin abisidir belki o. Bayramda çocuklara harçlık verir, ihtiyacı olanın yardımına koşar. Gerçekten “iyi” biri. Hem de bir vatansever. Zaten şaşırdığı şey bir şerefsizle tavla oynamış olması. Komşusunun dükkanını yakmış – ya da en iyi ihtimalle yanarken seyretmiş – olması değil.

Artık her gün asker ve sivil onlarca insan öldürülüyor. Ölümlerle birlikte düşmanlık ve nefret insanların kalbini karartıyor. Hastalık her gün biraz daha yayılıyor. Gencecik askerlerin cenazelerinin analarının kucağına kuru yapraklar gibi bırakıldığı, koskoca bir şehrin günlerdir abluka altında tutulduğu, çocukların sokakta oynarken kurşunlandığı, kadınların evlatlarının cansız bedenlerini gömemedikleri için buzdolaplarında bekletmek zorunda kaldığı bir zamanda yaşıyoruz artık. Çaresizlik ve umutsuzluk da hastalıkla birlikte büyüyor. Acı çok büyük. İnsanı hareketsiz bırakıyor. Ama çaresizlik hissinin de bizi ele geçirmeye çalışan kötülüğün bir parçası olduğunu unutmamak gerekir. Gitgide yayılan bu hastalık yalnızca umutsuzluğa kapılmamızı değil, umutsuzluğa alışmamızı da ister bizden.
O zaman önce buna karşı durmak gerekir. Faşizm her türlü düşmanlığın kolayca kendine yer bulabildiği bir zemini de üretir. Onu besleyen hiçbir söylemi tekrar etmemek gerekir. Sadece size kendinizi iyi hissettiriyor diye doğruluğundan emin olmadığınız bir haberi yaymak ya da nefret söylemi içeren paylaşımlar yapmak bu sınıfa girer mesela. Bilmiyordum diyerek kurtulamazsınız bundan. Bilmek ve doğrusunu aramak sizin görevinizdir. Sonra şüphe duymak gerekir. Faşizm size birilerinin ölmeyi hak ettiğini söyleyecektir. Komşunuzdan önce korkmanızı sonra nefret etmenizi sağlayacaktır. Çoğunluğun davranışına uymanızı ve kendinizden başka kimseyi düşünmemenizi telkin edecektir. Kalabalıklar içinde bile olsanız yapayalnız olduğunuzu fısıldayacaktır kulağınıza. Saklanmanızı ve sessiz olmanızı isteyecektir. Kör, sağır ve dilsiz kalmanızı tercih edecektir. Siz susarken kötülüğü büyütecek ve başa çıkılmaz hale getirecektir. Buna her alanda ve her şekilde karşı durmak gerekir.

Bana sorarsanız, insanlar kendi başlarına kötü olmaktan çok iyidirler aslında. Fakat asıl mesele bu değildir. Toplumsal bir olay haline geldiğinde, kötülük bir salgın gibi yayılıp her yere sirayet edebilir. Camus’nün gayet iyi anlayıp bize anlatmaya çalıştığı da tam olarak budur. Bununla mücadele ederken önce kendinden başlamalıdır insan. Dün tavla oynayıp birlikte güldüğüm komşumdan şimdi neden nefret etmeliyim diye sormalıdır mesela. Bir yandan savaştan kaçan mülteciler için insani yardım çağrıları yaparken diğer taraftan ırkçı ve dışlayıcı bir mesajı nasıl olup da paylaşıyorum diye merak etmelidir. Başkalarının çocukları öldürülürken benim çocuğum sağlıklı bir şekilde büyüyebilir mi diye düşünmelidir. Kendisi ona oy vermemiş olsa bile bir siyasi partinin genel merkezinin yıkılıp yakılmasını demokratik haklara yapılmış bir saldırı olarak görmeli ve buna itiraz etmelidir. Yoksa herkes iyi insan olabilir. Ama bu sorular sorulmadığı sürece, kendimize atfettiğimiz “iyilik” bir işe yaramayacak ve gitgide yaygınlaşan büyük kötülüğe hizmet eder hale gelecektir.

Veba’da insanlar yaklaşan felaketi görmezden gelirler. Hastalığın onlara bulaşmayacağına inanırlar. “İyi”dir onlar çünkü. Dokunulmaz olduklarını düşünürler. Sonlarını getiren de bu olur. “Kendilerini hür sanıyorlardı,” diye anlatır Camus, “oysa felaketler var oldukça kimse hür değildir.” Bizim de hatırlamamız gereken budur. Savaşı ancak böyle durdurabiliriz. Umudu ve sahici iyiliği ancak böyle büyütebiliriz.