Orhan Pamuk’un beş yıldır beklenen kitabı Veba Geceleri, yok ülkede gerçekleşen bir devletin inşasını kuruluş mitleri, salgın ve aşk hikâyeleri üzerinden anlatan iyi bir roman.

Veba Geceleri’nde devlet kurmak

Mehmet Fırat Pürselim

Orhan Pamuk’un son romanı ‘Kırmızı Saçlı Kadın’ın yayımlanmasının üzerinden beş yıl geçmişken tam da kısıtlama günlerinde ‘Veba Geceleri’ okurla buluştu. Covid 19 pandemisi sebebiyle kitabın yayımlanması bir yıl ötelenirken yazar da günümüzdeki karantina sürecinden aldığı ilhamla kitapta kimi değişikliklere gitti. ‘Veba Geceleri’ çıkmadan önce büyük heyecan dalgası yarattı, üzerine konuşuldu ancak sonrasında Mustafa Kemal’le ilgili anlamsız tartışma, yazar ve yayınevinin konuyla ilgili açıklamaları dışında edebiyat özelinde maalesef yeterince konuşulup tartışılmadı.

1901 yılında yaşanan bir veba salgını sırasında Rodos ve Girit arasında kalan bir ada olan Osmanlı’nın Minger Eyaleti’nin bağımsızlığa kavuşma macerasının ve kuru/cu/luş miti üzerinden anlatımı olarak özetlenebilir kitap. Bir yok ülke olan Minger, Pamuk tarafından mis kokulu gülleri, pembe renkli mermer taşları, merkez mahalleleri, tarihi binaları, sokakları, esnafı ve Türk, Rum, Mingerli halkıyla birlikte başarıyla resmediliyor. Öyle ki yazar tarafından çizilmiş haritaya bakarak adanın sokaklarında geziyoruz hatta gelecek yazın tatil planlarına Minger’i de dâhil ediyorsunuz. Komutan Kamil’in güzel eşi Zeynep’le birlikte kaldığı Splendid Palas Oteli’nden Arap Feneri’ne bakmayı, Tarihi Postane’deki kurşunlanmış saati görmeyi, Vilayet Binası’nın önünden geçerek Aya Yorgi Kilisesi’nde mum yakarak dilek dilemeyi, Hamidiye Meydanı’ndan geçerek Eşek Anırtan Yokuşu’ndan tırmanarak, Kolağası Kamil’in müze olan evini ziyaret etmeyi kafamızda kuruyoruz. Adaya kadar gitmişken meşhur güllerinden yapılmış kremlerinden almayı ve Zofiri’nin kurabiyelerinden yemeyi de elbette listemize ekliyoruz. Alberto Manguel ve Gianni Guadalupi tarafından yazılan Hayali Yerler Sözlüğü’ne hayalimizde geniş bir madde daha katıyoruz.

Romanın ana kahramanı Doğu Akdeniz’in incisi Minger Adası’yken ana kahraman etrafında şekillenen iki aşk öyküsü ve kahramanları da kurmacanın açılımını sağlıyor. Devrik padişah V. Murat’ın hayali kızı Pakize Sultan ve onun doktor eşi Damat Nuri üzerinden Osmanlı’nın son dönemi okunurken, kurucu kahraman Kamil ve eşi Zeynep üzerinden kuruluş mitinin yapı sökümü yapılıyor. Emperyalist devletlere karşı ayaklanan Çin’deki Müslümanlara itidal tavsiye etmek için yola çıkan heyette yer alan karantina doktoru Nuri ve saraylı eşi Pakize Sultan, Minger’deki veba salgınını sona erdirmek üzere adaya gönderilen Hıfzıssıhha Başmüfettişi Bonkowski Paşa’nın cinayete kurban gitmesi üzerine korumaları Kolağası Kamil ile birlikte İskenderiye Limanı’ndan geri dönerler. Sultan Abdülhamit tarafından Doktor Nuri karantinayı tesis etmek üzere adada görevlendirilir. Resmi görevinin yanı sıra gayriresmi görevi de padişahın hayranı olduğu polisiye yazarı Sherlock Holmesvari biçimde Bonkowski Paşa’nın katillerinin bulunmasıdır. (Gerçek bir karakter olan Bonkowski Paşa 1905 yılında İstanbul’da vefat ettiğini meraklı okurlar için parantez içinde belirtelim.) Yaşına rağmen düşük bir statüde olan Kolağası Kamil ise kurmuş olduğu karantina neferleriyle gerçekleştirdiği Postane Baskını sonrasında halk nezdinde bir kahramana dönüşerek kurucu atalığa giden yol açılır.

Tarihi romanlar, tarihten bir kesiti nesnel olarak ve gerçek kişiler üzerinden anlatırken, önemli olmayan detayları hikâyeleştirerek okuru ders kitaplarının sıkıcılığından uzaklaştırmaya çalışırlar. Veba Geceleri gibi kurgusal romanlarda ise kimi tarihi olaylar ve kişiler kurmacanın inandırıcılığına katkı sağlamak ve atmosfer oluşturmak için bir arka fon olarak kullanılır. Bunlarda kurmaca ağır basar ve tarihi roman olarak nitelendirmek pek çok sakıncayı da beraberinde getirir. Orhan Pamuk’un Mustafa Kemal’i anıştırır biçimde yarattığı Kolağası Kamil karakteri üzerinden Atatürk aramak ve cümleleri cımbızlayarak yazara saldırmak sadece kitabı okumayanların ve edebiyatı savaş alanı olarak görenlerin yapacağı bir şeydir. Saldırının acımasızlığı kadar yayınevinin ve yazarın bu saldırılardan endişe duyarak açıklama yapması da durumun acı boyutudur.

Sistematik olarak Pamuk’tan hoşlanmayan, okumadan eleştiren grubun yanı sıra gene yazdıklarını okumadan anlaşılmaz olduğu miti üzerinden yargı dağıtan diğer kitleye, en son hangi kitabını okudunuz, diye sormamız gerekir. Pamuk’un postmodernist öğelerin ağır bastığı Beyaz Kale, Kara Kitap, Yeni Hayat gibi ilk dönem yapıtları için bu iddialarının kısmen -okurun çabasını isteyen kitaplar şeklinde düzeltilmek kaydıyla- haklılık payı olsa modernist anlatının yoğun olduğu özellikle Nobel Ödülü sonrası döneminde yazarın daha doğrusal bir hat üzerinden kurgusunu oluşturduğunu belirterek, ‘Veba Geceleri’ne davet etmekteyim.

Kitabın arka kapağında The Independent’ten, “Pamuk, en iyi kitaplarını Nobel’den sonra yazan eşsiz bir yazar” alıntısı yer alsa da Türkiye’den hiçbir okurun buna katılması beklenemez. A. Ömer Türkeş’e göre ‘Veba Geceleri’, Pamuk’un kariyerinin en iyisi olmasa da Nobel sonrası en iyi yapıtıdır ki, nesnel olarak bakarsam ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ öznel okuma deneyimime göre dünyanın en güzel aşk romanlarından biri olan ‘Masumiyet Müzesi’dir bence Nobel sonrası en iyi verimleri. ‘Veba Geceleri’, akıcı, rahat okunan, ironik dozu ve göndermeleri yüksek keyifli bir roman ama Pamuk’un başyapıtlarından biri değil. Bunun sebebi de kanaatimce romanın bir tezinin olmaması daha doğrusu göndermeleri sakınarak yaptığından dolayı devletin kuruluşuna dair tezini yeterince kuvvetlice işleyememesidir. ‘Kafamda Bir Tuhaflık’ özelinden örnekleyecek olursam, Türkiye’de köyden kente göç ve gecekondu gerçeğini roman potası altında başarıyla eriten kurgusu bu metni daha güçlü kılmaktadır.

Kitapta kimi yerlerde yazım yanlışları ve tashihlerin bulunması ya da yeni evli eşlerin sevişmelerinin anlatıldığı bölümler -okur için keyifli gelse de sevişmenin 20. yüzyılda modern dünyada keşfine kadar cinsel ilişki sadece çocuk yapmaya özgülenmiş bir faaliyetti- gibi mantık hatalarını nazar boncuğu niyetine kitabın sayfalarına iliştirmekteyim. Orhan Pamuk tarafından çizilen kitabın kapağı genel olarak beğenilmiş olsa da, kanaatimce çok amatör bir kapak ve keşke yazar sadece fikir bazında katkı sunsaydı diye düşünmeden edemedim kitabı her elime aldığımda.

Romanın anlatıcısı Mina Mingerli olsa da, ben burada ve yazarın pek çok kitabında anlatıcı olarak Orhan Pamuk’un o çok sevdiğim hikâye anlatıcısı benzer sesini alıyorum. Bu sesi çok sevsem de, anlatıcının farklı sesleri olması gerektiğini düşünüyorum ama bu öznel düşüncem olup belki de benim algılarımla alakalıdır. Son olarak güncel bir tabirle ifade edecek olursam Mina Mingerli’nin Mina Urgan olduğuna yemin edebilirim ama ispatlayamam. Okur olarak ülkemizin tek Nobel Ödüllü yazarından sürekli olarak başyapıt beklememiz yazarı zorlamakta, okuru da beklentiye sokmaktadır. En azından bir süre daha etkisini sürdüreceği belli olan pandemi sürecinde yüzyıl öncesindeki karantina günlerini anlatan bu başarılı romanı önyargısız olarak okuyup edebi tadı almak sanırım en güzeli olacaktır.