Doktor Bernard Rieux muayenesinden çıktı ve koridorda ölü bir fareyle karşılaştı. O anda fazla önemsemeden hayvanı ayağıyla itti ve merdivenleri indi. Ancak sokağa geldiğinde...

Doktor Bernard Rieux muayenesinden çıktı ve koridorda ölü bir fareyle karşılaştı. O anda fazla önemsemeden hayvanı ayağıyla itti ve merdivenleri indi. Ancak sokağa geldiğinde, bu farenin olması gereken yerde olmadığı aklına geldi ve kapıcıya haber vermek üzere geri döndü. Bu ölü farenin varlığı ona tuhaf gelmişti, oysa kapıcı için  bu bir rezaletti. Onun apartmanında fare olamazdı! O zaman biri bunu dışardan getirmiş olmalıydı.

Aynı akşam, doktor koridorun dibinde yalpalayan ve ıslak tüylü, büyük bir fare gördüğünde, apartmanın girişinde, dairesine çıkmadan önce, ayakta durmuş anahtarını arıyordu. Hayvan dengesini yitirip devrildi, tiz bir çığlık atarak titrerken aralanmış ağzından kan fışkırıyordu. Doktor bir süre onu izledi ve dairesine çıktı.

Ertesi günün sabahı kapıcı geçerken doktoru durdurdu ve koridorun ortasına üç ölü fare koyarak bu eşek şakasını yapanları yakalarsa fena yapacağını söyledi. Hayvanlar kan içindeydi. Kentliler işte aşağı yukarı bu dönemde kaygılanmaya başladılar. Başta hükümet konağı olmak üzere, garnizondan, fabrikalardan, limandaki antrepolardan, üniversiteden hatta hastanelerden arabalar dolusu fare leşi atılmaya başladı. Gazeteler hemen o günden başlayarak olaya el koydu; yetkilileri harekete geçmeye davet etti, alınan önlemleri sordu. Kimsenin aldığı bir tedbir yoktu. Kesinlikle böyle bir gelişme öngörmemişler ve hiçbir önlem almamışlardı. Derhal kurullar kuruldu, toplantılar başladı. Ölü fareleri her sabah şafakta toplamak ve sonra da yakmak üzere mücadele birimleri örgütlendi.

Sonraki günlerde durum daha da ciddileşti. Ölmek üzere kanalizasyon mazgallarından, mahzenlerden, bodrum katlarından, uzun kalabalık sıralar halinde ortaya çıkan fareler, birbirlerine sokulup titreşerek leş öbekler oluşturuyorlardı. Sivri burunlarında küçük bir kan çiçeği, bazıları şişmiş ve kokuşmuş, bazıları da katılaşmış ve bıyıkları hâlâ sert. Geceleriyse can çekişme çığlıkları rahatlıkla duyulabiliyordu. Şafakta ölü hayvanlardan arındırılan kent, gün içinde artan sayıda onlarla doluyordu. O zamana kadar yalnızca tiksinti veren bir olaydan yakınılmıştı. Şimdiyse henüz ne boyutlarının belirlenebildiği ne de kaynağının anlaşılabildiği bu olgunun tehdit edici bir yanı olduğunun farkına varılıyordu.

Kapıcının ölümü, şaşırtıcı işaretlerle dolu bir dönemin sonunu ve ilk zamanlardaki şaşkınlığın yavaş yavaş paniğe dönüştüğü, daha güç bir başka dönemin başladığını gösteriyordu. Ölümler yoksul mahallelerden kentin merkezine doğru ilerledikçe, yani yoksul ya da kapıcı olmayanlar da ölmeye başlayınca, kentin üstüne gitmemecesine bir korku bulutu çöreklendi.

Veba sözcüğü ilk kez ağza alınıyordu. Doktor Bernard Rieux, muayenesinin penceresinden kente ve onu bir şemsiye gibi örten kararmış ufka bakarken şaşkınlık ve kararsızlık içindeydi, durumu diğer yurttaşlardan farksızdı. Gerçekten de felaketler ortak bir şeydi. Ancak başa gelince gerçeklik kazanıyordu. Vebalar da savaşlar gibi insanları hazırlıksız yakalıyordu, nitekim burada ahali kadar doktor da hazırlıksızdı.

Bir savaş patladığında insanlar, “uzun sürmez bu, çok aptalca” derler. Ve kuşkusuz savaş aptalcadır. Ancak bu onun uzun sürmesini engellemez. Budalalık hep direnir, burada oturanlar da herkes gibiydi, kendilerini düşünüyorlardı, bir başka deyişle felakete inanmıyorlardı.

Felaket insana yakışmaz, onun için felaket gerçek dışıdır, geçip gidecek kötü bir rüyadır, denir. Ancak her zaman geçip gitmez, kötü rüyalar arasında insanlık geçip gider. Bu insanlar başkalarından daha az ya da daha çok suçlu değildi; alçakgönüllü olmayı unutuyorlardı, hepsi bu ve kendileri için hâlâ her şeyin olanaklı olduğuna inanıyorlardı.

Bu durum da felaketlerin olanaksızlığını varsayıyordu. Kendilerini özgür sanıyorlardı. İşlerini yapmayı sürdürüyorlardı, yolculuklar ayarlıyorlardı ve ilerisi için düşünceleri vardı. Geleceği ortadan kaldıran bir vebayı nasıl düşüneceklerdi ki?

Onları bu rüyadan karantina uyandırdı. Kentin kapılarını veba tutmuştu, dünyaya kapandılar. Hastalığın bu beklenmeyen istilasının ilk etkisi, yurttaşlarımız arasında tam bir bozgun havası estirdi. Kararın yürürlüğe konduğu andan itibaren (ki, mektuplaşma sevinci dahi ellerinden alınmıştı) yetkililerin telefonları hücuma uğradı. Hepsi ilginç ve aynı zamanda olanaksız durumları anlatıyordu. Gerçekte çıkışı olmayan bir durumda olduğumuzun ve “uzlaşma”, “lütuf”, “istisna” gibi sözcüklerin artık bir anlamı kalmadığının farkına varmaları için birçok daha da çok acı çekmeleri gerekiyordu.

Son sığınakları kilise de onları terslemişti: Tanrı bu felaketi kibirli olanları, aymazları dize getirmek için başlarına bela etmişti. Eğer bugün veba sizi ilgilendiriyorsa bunun nedeni artık düşünmenin zamanı gelmiş olmasıdır. Dürüst insanların bundan korkmasına gerek yok, ancak kötüler titremekte haklı.

Bu felaket, samanı tohumdan ayırıncaya kadar insanlığı dövüp duracak. (Albert Camus / Veba 15-16, 21-28, 40-43, 86-88.’inci sayfalardan kolaj).