Veda etmediklerimize vefa? Onlara da vedadan sonra mı vefa göstereceğiz? Vefa eski bir sözcük değildir, bağlılıktır, sevgiyi, saygıyı, dostluğu, iyiliği, anlayışı, yardımı, desteği, korumayı, birliği sürdürmektir.

Vefa Abidesi

...Yok. Yerinde yeller esiyor. Eskiden kimse yüzüne bakmazdı demeyeceğim demesine de, alışıldık bir şeydi, kanıksanmış, hep orada duran, orada olduğunu bildiğimiz, bakmasak da görmesek de hissettiğimiz o şey... Hatta adını bile böylece unutmuş olduğumuz, aramızda adın bir önemi yoktu, olsa “Canan aramızda bir adındı” deyişiyle yetinirdik Yahya Kemal’in, o işte, hemen herkesin olduğu, hep söylemek lazım, Önce Ekmekler Bozuldu sonra her şey, sonra herkes nasibini alınca çakmadan, çamurdan, çukurdan, çürümeden, çöküşten, o zaman fark ettik yokluğunu, kaybolmuş, kalmamış... Gün akşam olmuş!

Sitem eskidir, vefayı bir semt ismi sananlara kırgınlık dile getirilir, yalancı gözlerde de “hiç vefa yok”tur, belki de vefa hiç olmamıştır, varlığı yokluğuna dayalı bir tuhaf duygudur, var olduğu için değil yok olduğu için üzerine çok konuşulan, herkesin kendisinde değil başkasında aradığı, daha doğrusu bulamadığı o bağlılıktan çok anımsama halidir. Aşık Mahzuni Şerif’in “Selamın niye kesildi/bir selamın adı m’olur” diye gönderdiğidir.

Vefa Abidesi denir ama, abidede bile vefa yoktur aslında, kibir abidesi kesildiği de olur kötülük abidesi olduğu da! Anıt gibi dikilip duran vefa mı olur? Vefa dediğinde, vefalı dediğinde dur durak yoktur, sanki bir koşma halidir vefa, yürümek bile yavaş kalır yanında! Üç adımda vefayla, uzun vefa atlaması, vefanın yüksek atlaması, hep böyle şeyler geliyor aklıma, aklımdan çok gözlerimin önüne ve niye bilmem ıpılık gözyaşlarıyla!

Abidede vefa yoktur deyince taşa haksızlık mı ettim acaba diye düşündüm! Öyle ya bir tarihte “Göz kırparsan taşın bile kalbi var!” diyerek göz kırpmıştım taşa! Ahde vefa yokmuş ne gam deyip geçemem, ama taşı da duymazdan gelemem! Öyleyken, taşı da kaldırıp bir kenara koyarken, taşa toprağa vefa duyarken, güneşe, suya, maviye, yeşile, ağaca, ota, hayvana, insana, ezcümle cana vefa duymak herhalde yaşamanın doğal gereği olmalı. Can cana diyen herkes vefa duymalı.

Vefa varsa abideye gerek yoktur. Vefa birinin değil, herkesin doğal eylemidir... Bunları söylemek iyidir, güzeldir de, bir yandan da insana masal okuyup ninni dinlemek gibi gelir. Yazarken bana öyle geliyor. Vefa deyince nostaljik şeyler geliyor aklımıza, çoğu kartpostal. İstanbul’un sakin zamanları, asude günler, tenha sokaklar, güzel çeşmeler, mor salkımlı ahşap konaklar, karnını güneşe gösteren yaz kedileri, omuzlarındaki uzun sırığın iki ucundaki iki lengerde ‘yoğurdum kaymak’ diye gezen seyyar mandıracılar, fakat görüyorsunuz işte bu nostalji öyle bir lezzet ki, insan bir başlayınca kendini alamıyor, kaptırıp gidiyor... Geçmişe, o yeri doldurulamaz mekanlara, zamanlara, anılara vefa duymak kadar güzel ne var? Veda ettiklerimize vefa!

Peki veda etmediklerimize vefa? Onlara da vedadan sonra mı vefa göstereceğiz? Vefa eski bir sözcük değildir, bağlılıktır, sevgiyi, saygıyı, dostluğu, iyiliği, anlayışı, yardımı, desteği, korumayı, birliği sürdürmektir. Öyleyse süreklilik halidir vefa, yenilenmektir, dünden kalanı güne taşımak yarına götürmektir. Gülten Akın’ın dizesiyle “o insanı insana bağlayan güvenç”tir, bu dizeyle başlayan ve sadece insanı insana değil, canı cana, canı dosta, yola, göğe, suya, ağaca bağlayan güvençtir.

Vefa abidesi olmak gerekmez. Değer bilmek, yalnızca eski olana hürmet etmek, bayramda seyranda elini öpmek, yolda görünce selam vermek midir? Öyle olunca pek bi vefalı mı oluyoruz? Saygı gösteriyoruz, iyi. Hatırlıyoruz, güzel. Kıymet biliyoruz, şahane.

Bunları yapıyorsak, yapabiliyorsak, içimizden gelerek yapıyorsak bir de, bunları yapmayınca rahatsız oluyor, bir eksiklik, boşluk, huzursuzluk filan duyuyorsak, işte vefa ülkesinin sınırından içeri girdiniz demektir. Sınır ihlali şart unutmayalım. Hiçbir şeyi, başta da sınırları ihlal etmeyeceksek her şeyde, her yerde, yani bu dünyaya böyle katlanacaksak...

Çok da şetmemek lazım! Bilemedim ş’den sonra mı e’den sonra mı kesme işareti olmalı! Yani çok da ötelere gitmemek, uzaklarda aramamak lazım şu şeyi, vefayı. Belki aynı şehirdesindir, belki o şehrin gündüzünde gecesindedir, belki de burnunun dibindedir. ‘Kapıyı kapayınca, arkası gurbet’ mi demişlerdir, nerden duydum, unuttum, bunu olumluya çevir, vefa çıkar! Vefaya çıkar! Abidik gubidik diye dalga geçer gibi, abideye filan da gerek yok! Onlar uç şeyler, ucube, ucubik yani! Diyorsunuz ya!

Vefa, göstermek değil, o gösteriye giriyor, sayılmaz. Vefa duymak ve vefalı olmanın da zaten göstermekle ilgisi yok, öyleyse abideyle de! Vefa aranan bir şey de değildir, aranmakla bulunmaz da! O usulca, sessizce işlenen bir iyiliktir. Ve bazı has örnekleri sonradan öğrenilir, bilinir. Vefa ile vefat arasındaki ilişki sese dayalı, anlamsal bir bağ var mı bilmem. Ama örnekleri anlamlı, çoğunlukla vefatının ardından öğreniyoruz bazı insanların çok vefalı olduğunu.

İsmet Sungurbey hoca. Adını bilirdim. Kemal Tahir çevresinden bir aydın olarak. ‘Bir insanlık kitabı’ olarak sunduğu Hayvan Hakları kitabından ise vedasından sonra haberim oldu. Bir ömrün özeti, bir vefa belgesi. Sungurbey’in aslında kim olduğunu ise Yıldırım Türker’in yazısından öğrendim. Gece 11’de ciğerci dükkanından artıkları ve ciğerleri, balıkçıdan balıkları, her ikisini de yemeyen kediler için kaşarları alıp, her sabah 4’te kalkan, “bir hırsız gibi yola düşerim” demiştir, Yedikule’den Aksaray’a Sur dışında mezarlıklar, parklar, ara sokaklar da olmak üzere 10-15 yerde, gece 4 sabah 9 arası, her gün kedileri besleyen, çünkü kedilerin beklediği ve ‘kediler beni tam saatinde bekler’ diyen hukuk profesörü.

Sezai Karakoç’un, hep ‘sonrasını söylemeyeceğim’ diye hatırladığım, oysa “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirinin adıyla ben de söylemeyeceğim. Cemal Süreya’nın Turgut Uyar’la vedalaştığı şiir de hatırlanmalı burada: “Öldüğü gün/hepimizi işten attılar.” Sungurbey’in kedilerine gidemediği, onların kimsesiz kaldığı günü hatırlatıyor bu dizeler de. İki ilkesi varmış. Mutlu kılmak, mutlu olmak ve her canlının yaşama hakkına saygı göstermek.

Yaşama hakkına saygı göstermek, yani yaşatmak, yani vefa. Anmak değil, yaşatmak, budur vefa. Nasıl yaşatacağını düşünmek, ona uğraşmak ve anısını yaşatmak, yani yaşatarak anmak. Yapıtlarını, iyiliklerini, eylemlerini yaşatmak, vefanın yolu bundan geçer. İsmet Sungurbey Hocanın yolu da Yedikule’den Aksaray’a Vefa’dan geçmiş hep. Kimse bilmez ama, hayat unutmaz, tabiat unutmaz, kediler, köpekler hiç unutmaz!

Abideler, abidevi isimler yerinde dursun, klişenin dediği gibi, ‘Vefa sadece bir semt adı değildir’, her yerdedir, herkese, her şeye, her cana, canlıya ilişkindir. Daha da önemlisi, geçmişe değil bugüne ilişkindir. Geçmiş korunur, itina gösterilir, özenle bakınır, silinir, parlatılır, ayna gibi olur, çeşmelerin süsleri, yazıları yeniden ortaya çıkartılır, muslukları elden geçirilir, yapanlar, onaranlar, yenileyenler ‘su gibi aziz ol’urlar, olsunlar...

Gidenlere rahmet, huzur içinde uyusunlar, devridaim dileyelim, yine gelsinler, ama yaşayanlara vefa göstermezsek onların ruhlarının da ‘muazzep’ olacağını bilelim, azap içinde olacağını, acı çekeceğini unutmayalım. Yaşayanları unutmayalım kısacası. Vefayı şarkılara, şiirlere, akşam saatlerine, gurup vakitlerine, arifelere, bayramlara, yıldönümlerine, anmalara bırakmayalım, onlarla sınırlamayalım. O hatırlamaktır, güzeldir, gereklidir ama vefa günün gereği, zamanın işidir. Atalar cedler de bunu ister düşüncesindeyim. “Biz dünyadan gider olduk/kalanlara vefa olsun” demek elzemdir.

Vefa, abide istemez, cana hürmet ister. O zaman Sungurbey Hoca gibi kalkar gece yarısı kedileri, köpekleri doyurursun, evsizlere, yoksullara, gariplere gönül, yurt, aşevi, can olursun! Kimse de bilmez, bilmesi de gerekmez, vefa abidesi olmak da gerekmez, öyle değil mi vefalı abilerim, ablalarım, kardeşlerim!