Bu hafta bir değişiklik yapıp kitaplardan söz etmeyeceğim. Edebiyat yazısı bekleyen okurlardan özür dilerim. Beni bir hafta idare etsinler.

Bu hafta bir değişiklik yapıp kitaplardan söz etmeyeceğim. Edebiyat yazısı bekleyen okurlardan özür dilerim. Beni bir hafta idare etsinler.

Geçenlerde Boğaziçi’nde yaşananlar beni çok üzdü. Bilmeyenler için söyleyelim, 5 Kasım cuma günü Başbakan Erdoğan bir açılış törenine katılmak üzere Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi. Gelir gelmez de öğrencilerin hükümetin eğitim politikasını eleştiren pankartlarıyla karşılaştı. Buraya kadar her şey normal. Ama bundan sonrası tamamen kontrolden çıkıyor ve Başbakanın ziyareti 100 kadar öğrenciye 500 polisin müdahale etmesiyle sonuçlanıyor. YÖK'ün kuruluşunun yıldönümüne yakın bir tarihe rastgeldiği için protestolar her zamankinden daha da hararetli geçmiş olabilir. Ama ne olursa olsun böyle bir tahammülsüzlüğü anlamakta zorluk çekiyorum.

Ayrıca böyle bir tarihe denk gelmeseydi bile, Başbakan’ın üniversitelerde protesto edilmesine şaşıracak mıyız? YÖK konusundaki politikası göz önüne alındığında, hiç sanmıyorum. Erdoğan 2002 seçimlerinden önce yayınladığı parti programında “YÖK' e çözüm getireceğiz” diyordu. O zamanlar Erdoğan’ın şunu kastettiğini sanmıştım: İhtilalin alameti farikalarından biri olan ve öğrenciliğimden bu yana akademinin canına ot tıkayan bu kurum sonunda ortadan kaldırılacak ve yerini daha demokratik bir işleyişe bırakacaktı. Oysa hepimizin malumu, olaylar böyle gelişmedi. AKP hükümeti, YÖK’le ve onun temsil ettiği zihniyetle hesaplaşmak yerine, bu kurumu ele geçirip kendi bildiğince kullanmayı tercih etti. Başbakan’ın başından beri çözümden anladığı bu olabilirdi tabii. Orasını çok iyi bilemiyorum.

Aslında öğrencilerin de gayet iyi farkında olduğu şey şu ki, hükümet YÖK’e sahip çıkıyor. Uzun vadede, üniversiteleri özerk kılacak bir yapılanmaya gitmek yerine, daha da merkezi hale getirecek şekilde bir düzenleme öngörüyor. AKP bu konuda taviz verecek gibi görünmüyor. Çünkü YÖK’ün ellerinin altında olması yüksek eğitimle ilgili bütün meselelere 1-0 galip başlamalarını sağlıyor. İşte bu garip kurumu dokunulmaz kılan da bu. Öyle ki, o muhalefetli anayasa referandumunda birçok başka şey tartışmaya açılırken YÖK masaya bile getirilmiyor.

O zaman öğrencilerin, hükümetin YÖK'le ilgili 'çözümünü' yeterli bulmamasına şaşmamak lazım. Onlar  başka birçok üniversitede olduğu gibi, Boğaziçi'nde de başbakana bu konudaki sözünü hatırlatmak için meydana çıktılar. Aslına bakarsanız, bunu yaparak Erdoğan'a lafını etmekten hiç bıkmadığı demokratlığını göstermesi için bir şans daha verdiler. Fakat Başbakan bu fırsatı iyi kullanamadı. Öğrencilerin eleştirisi ile yüzleşip okuldan barışçıl bir şekilde geçip gitmek varken, meydana kolluk kuvvetleriyle girmeyi tercih etti ve kendisini onaylamayan her düşünceyi kaba güçle sindireceğinin işaretini verdi.

Başbakan Erdoğan ve beraberindeki bakanlar o gün Boğaziçi Üniversitesi’ni dışarıdan getirilmiş çeşitli resmi ve sivil emniyet güçleri tarafından adeta 'teslim' almak yerine, Güney Meydan’ı öğrencilerin pankartları arasından yürüyüp geçselerdi, hatta daha da iyisi, onların attıkları sloganlara kulak verselerdi, belki bu ülkede bir değişiklik yaratabileceklerinin işaretini vermiş olurlardı.

Eğer üniversitenin sokak ve meydanları öğrencilere ve öğretim üyelerine yasaklanıyorsa, hükümete olan eleştirilerini pankart ve sloganlarla dile getirmek isteyen öğrenciler tartaklanıp ablukaya alınıyor ve üzerlerine biber gazı sıkılıyorsa, o zaman benim üniversite öğrencisi olduğum ihtilal yıllarından bu yana pek bir şey değişmemiş demektir.

Oysa her fırsatta değişimden söz ediyor Erdoğan. Demokrasiden, ifade özgürlüğünden, demokratik haklardan dem vuruyor. O zaman onun lisanıyla söyleyelim: Velev ki eğitim politikasından memnun değiliz! Velev ki yürüdük!

Üstümüze emniyet güçlerini salacaksa, o zaman hiç bir şey değişmemiş demektir. Başbakan, bunların lafını etmeden önce, siyasi tahammülün demokrasinin gereği olduğunu hatırlamalı.