4 Şubat 2019 Hugo Chavez’in Venezuela cumhurbaşkanlığı görevini devralışının 20’nci yıldönümüydü. Bu bir anlamda Latin Amerika solunun birbiri ardına gelen seçim başarılarının ilk halkasıydı. “Pembe dalga” diye adlandırılan sol rüzgarlar şimdilik yerini aşırı sağ bir dalgaya bırakmış görünüyor. Venezuela ise açık bir emperyalist işgal tehdidi altında bulunuyor. Böylelikle bölgenin en kilit ülkesine nihai darbeyi vurmak, […]

Venezuela’da büyük resim

4 Şubat 2019 Hugo Chavez’in Venezuela cumhurbaşkanlığı görevini devralışının 20’nci yıldönümüydü. Bu bir anlamda Latin Amerika solunun birbiri ardına gelen seçim başarılarının ilk halkasıydı. “Pembe dalga” diye adlandırılan sol rüzgarlar şimdilik yerini aşırı sağ bir dalgaya bırakmış görünüyor. Venezuela ise açık bir emperyalist işgal tehdidi altında bulunuyor. Böylelikle bölgenin en kilit ülkesine nihai darbeyi vurmak, Latin Amerika’da sağın zaferini ilan etmek amaçlanıyor.

“Emperyalizme karşı sıkı dursun, Che’nin kararlılığından cesaret bulsun” diyerek desteklediğimiz Maduro’nun ilhamını “Diriliş Ertuğrul” dizisinden aldığını öğrenmenin heyecanımızı azalttığını söylemeliyiz doğrusu. Ancak biz solcuların \ sosyalistlerin devrimcilerin farkı da  her koşul ve konjonktürde ilkeli durmak değil mi?

İsterseniz bu noktada, gündelik tartışmaların ötesine geçip, Latin Amerika’daki “büyük resmi” görme çabasına girişelim.

1- Latin Amerika 1982’de Meksika’nın dış borçlarını ödeyemeyeceğini ilanının ardından, borç krizine sürüklenmişti. Ardından IMF-DB programları eşliğinde dış borç servisiyle geçen bir “kayıp on yıl” yaşanmıştı. 90’larla birlikte kapitalist küreselleşmeye entegrasyon yeni bir sermaye birikim modeliyle sağlanmaya çalışıldı. Sanayi küresel piyasalara yönelik üretimde yoğunlaşırken, tarım çok uluslu şirketlerin egemenliğine giriyor, küresel turizm endüstrisi Latin Amerika’ya da nüfuz ediyor, Walmart-Carrefour benzeri perakende zincirleri ticareti kontrolü altına alıyor, William I. Robinson’in ifadesiyle Latin Amerika küresel kapitalizm tarafından yeniden sömürgeleştiriliyordu. (The Colonization of Latin America by Global Capitalism, Third World Resurgence Mayıs \ Haziran 2018).

2- Bu sömürgeleştirme sürecine karşı ilk tepkiler parlamento dışı muhalefet tarafından yükseltildi. Arjantin’deki finansal kriz sırasında yükselen işsizler hareketi, Bolivya ve Ekvator’daki sol tınılı yerli isyanları, Brezilya’daki topraksızlar hareketi bu kapsamda sıralanabilir. (Bkz. The retreat of the pink tide in America, Jeffrey R. Webber, International Viewpoint, Ağustos 2018).

3- 1999’da Hugo Chavez’in seçimi kazanmasının ardından tüm Latin Amerika’da yeni bir dönem başlamış oldu. 90’ların ortasında tüm bölge sağ ve merkez sağ tarafından yönetilirken, 2000’lerin girişiyle birlikte sol seçim süreçlerine damgasını vurmaya başladı. En büyük Latin Amerika ülkesi Brezilya’da Lula başkanlığa seçilirken, zamanla Meksika, Kolombiya, Peru dışında sağın egemenliğinde belli başlı hiçbir ülke kalmadı.

4- Chavez Bolivar devrimini ilan ederken, 21. Yüzyılın Sosyalizmi üzerinde herkesi düşünmeye ve tartışmaya davet ediyordu. Kendilerini “umut ekseni” diye adlandıran “Venezuela-Ekvator-Bolivya” “pembe dalganın” “kızıla çalan” en koyu eksenini oluşturuyordu. Bu dönemde Çin’in yükselişi ve Latin Amerika piyasalarına adım atışının da kazandırdığı ivmeyle emtia fiyatları hızla arttı. Sol hükümetlerin kendi sosyal tabanlarını hoşnut edecek politikalar uygulamaları böylelikle mümkün oldu. Sermaye kesimiyle ciddi bir çatışmaya girmeden, bütçe gelirlerinin artması sayesinde “gelir dağılımını” düzeltecek sosyal programlar devreye sokulabildi.

5- Chavez 2003’te petrol şirketi PDVSA’yı kamulaştırdı. Toprak reformu bir ölçüde gerçekleştirildi, 3 milyon hektar toprak yoksul köylüye dağıtıldı. Eğitim ve sağlık hizmetlerine tüm yurttaşların erişimi sağlandı. Ekonominin neredeyse tüm sektörlerinde 50000 kooperatif kuruldu. Mahalle meclisleri yaygınlaştırıldı; 2002’deki ABD’nin tezgahladığı darbe büyük ölçüde, yoksul semtlerden Caracas’ın merkezine doğru yürüyüşe geçen milyonlarca insan tarafından engellendi.

6- Ancak bölüşüm ilişkilerindeki yoksullar lehine tüm bu düzeltmelere karşın, karargahı  ABD’nin Florida eyaletinde kuran Venezuela oligarşisinin gücü kırılamadı. Tüm Latin Amerika’da olduğu gibi, medya, finans ve madencilik sektörlerini elinde tutan mülk sahibi zenginlerin egemenliği sarsılmadı. Ekonomide şemsiye tersine dönünce tüketim toplumuna adapte olan eğitimli orta sınıfların saf değiştirmesi, zamanla gıda maddeleri ve ilaç kıtlığı nedeniyle yoksullar arasındaki desteğin de zayıflaması Venezuela’da güç dengelerini oligarşi lehine değiştirdi.

7- Chavez’in 2013’te ölümüyle yerine geçen Maduro’nun onun karizmasına ve ufkuna sahip olmadığı düpedüz ortada. Ne var ki, petrol fiyatlarının seyri de Maduro’nun canına okudu. Ülkenin ihracat gelirlerinin %95’ini petrol oluşturuyor. 2014’te 100 dolar civarında seyreden petrolün varil fiyatı 2016 Ocak’ta 30 dolara kadar inmişti. Venezuela bir yandan ihracat deseninin çeşitlendirememenin acısını çekerken, öte yandan sol yönetimlerin kadim bir sorunuyla da yüzyüze geldi; ekonomik kaynakları kısa vadede halk kitlelerinin yüzünü güldürmeye seferber ederseniz, kalkınma ve yatırım hamlelerini yapamazsınız; önceliğini sermaye birikimine verdiğiniz takdirde de halk kitlelerinin desteğini koruyamazsınız.

8- Maduro’nun belki de en büyük hatası, finans kapitalin tepkilerini çekmemek için tüm öncelikleri dış borçların ödenmesine tanıması oldu. Düşen petrol gelirlerine karşın, kendi ifadesiyle 2014-2017 yılları arasında, 71.7 milyar dolar dış borç ödendi. Bu da yetmedi ABD’deki petrol rafinerisi Citgo’nun %49.9 hissesini Ros Rasaeft şirketinden aldığı borçlara karşı teminat gösterdi. Ardından 28 milyar dolarlık tahvil borcu bulunan ulusal petrol şirketi PDVSA ödeme güçlüğüne girince, Citgo’nun geri kalan %50.1 hissesini teminat göstererek tahvil takası gerçekleştirildi. Bir anlamda ülkenin “domuz bağıyla”  tüm hareket kabiliyetini yitirmesine neden olacak yanlış adımlar atıldı.

9- Trump sürekli Venezuela’ya askeri müdahalenin ihtimal dahilinde olduğunu söylüyor. Dış politikanın dümeninde Pence-Pompeo-Bolton’dan oluşan neocon, aşırı şahin bir ekip bulunuyor. Latin Amerika’yı ABD’nin arka bahçesi gören Monroe doktirini sürekli hatırlatılıyor. Derken Trump’ın Venezuela Özel Temsilciliğine, ismine İran-Contra skandalından, Nicaragua ve El Salvador’daki ölüm mangalarından aşina olduğumuz Elliot Abrams getirildi. ABD’nin başta Şili’deki Pinochet darbesi, örtük operasyonlarını biliyoruz. Doğrudan askeri müdahalelerinin gerçekleştiği ülkeler ise, Panama, Grenada, Dominik Cumhuriyeti ve Haiti. Hepsi küçük, yoksul ve ancak derme çatma bir orduya sahip devletler. Venezuela’ya askeri müdahalenin sonuçları çok ağır olur ve zaten kutuplaşmış bir toplumda çok kanlı bir iç savaş yaşanır.

10- Peki böyle bir durumda sol nasıl bir tavır almalı? Gabriel Hetland bu soruya üç ilkeden hareket ederek cevap verilebileceğini düşünüyor : Dış müdahaleden kaçınma, halkın kendi kaderini kendi belirlemesi ve ezilenlerle dayanışma (Venezuela and the Left, Jacobinmag, Şubat 2019). Hetland’a tamamen hak veriyor, bu ilkeleri kendi yorumumla biraz açmak istiyorum: Birincisi, hiçbir devletin egemen başka bir devletin iç işlerine müdahale etmemesidir. İkincisi, eğer bir ülkede demokratik süreçlerin işlemesinde sorunlar varsa, kurumsal yapılar geriliyorsa bunu dile getirmek, eleştirmek yerinde olur. Ancak son tahlilde kararı verecek  o ülkenin halkı olmalıdır. Üçüncüsü ise, ezilenlerle dayanışma içerisinde bulunmak sorumluluğudur ; Venezuela özelinde gıda ve ilaç kıtlığı ülkenin en acil sorunu iken önceliği halkın bu ihtiyaçlarının karşılanmasına vermek, bu konuların siyasi pazarlık konusu yapılmasına karşı çıkmak gerekir.