Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir ve o mücadele bakıp da görmeyi bildiğimiz sürece her gün gözümüzün önünde, farklı alanlarda, farklı şekillerde, ekonomik ve siyasi boyutlarıyla yeniden ve yeniden gerçekleşir. Tam da bu nedenle siyaset ve ekonomiye dair olan her şey eninde sonunda sınıfsaldır, insan toplumlarının varoluşunu belirleyen esas faktör sınıf mücadeleleridir.

Bütçe, sınıf mücadelesinin en net gözlemlenebildiği alanlardan biridir. Bir devlet gelirlerini nasıl elde ediyor, vergileri kimlerden nasıl topluyor, vergi yükünü hangi sınıflara bindirirken hangi sınıfları bunun dışında tutuyor, elde ettiği bu gelirler üzerinden kamu harcamalarını nasıl gerçekleştiriyor, hangi alanlarda yatırım yapıyor, hangi sınıfları fonluyor, yani devlet sınıfsal ilişkilerin ve sınıf mücadelesinin neresinde duruyor, bunların hepsi bütçelere bakarak görülebilir.

Henüz 2018 bütçesini konuşmaya başlamadık ama vergi meselesi Türkiye’nin gündemine bu sefer de gelecek yıl için yapılan düzenlemelerle ve öncelikle de Motorlu Taşıtlar Vergisi’nin % 40 artışıyla geldi. İktidar, kendi tabanını yeni-Osmanlı hayalleriyle uyutmaya çalışadursun, bir de bakmışız Tekâlif-i Milliye kararlarına benzer bir vergi paketiyle Milli Mücadele yıllarına geri dönmüşüz.

Bu, “vergilerin olağanüstülüğü”ne dair biçimsel bir benzetme sadece elbette, çünkü yandaşlar istedikleri kadar ortada milli bir mesele olduğunu ve toplanacak paranın milli savunma harcamalarında kullanılacağını iddia etsinler, ne bir milli mücadele, ne de ülkenin bekasına dair bir kaygı söz konusu, rejimin kendi bekasına ve ayakta kalıp kalamayacağına dair kendi kaygıları esas mesele.

Peki vergiler niye artar? Bütçedeki mevcut gelirler harcamaları karşılamada artık yeterli olmuyorsa, ya harcamaları kısarsınız ya da vergileri artırırsınız. Çiğdem Toker’in Cumhuriyet’te 29 Eylül 2017’de yayımlanan yazısından öğreniyoruz ki, 2017 bütçesinde öngörülen açık 47,5 milyar TL’ymiş, ancak ilkinde bakanın ve ikincide bakanlar kurulunun kararıyla yüzde beşlik artışlar yapılabildiği için, Hazine’nin 52,2 milyar TL’ye kadar borçlanabilme imkânı ortaya çıkmış. Ancak bu limitler daha şimdiden çoktan aşıldığından son torba yasaya 37 milyar TL’lik bir ek borçlanma imkânı eklenmiş. Dolayısıyla gerçek açık da 89,2 milyar TL olarak gerçekleşmiş.

Peki böylesine devasa bir açığın gerisinde ne var? İşte burada “devletin sınıfsal rolü” dediğimiz şey devreye giriyor. Borçlanma bir tercihtir, vergi almanız gereken kesimlerden, yani üst gelir gruplarından, yani sermayeden vergi almıyor da borçlanıyorsanız, toplumun bir kesiminden diğerine, yani emekçilerden sermayeye gelir transfer ediyorsunuz demektir. Bugün Türkiye’de vergi yükü açık bir şekilde emekçi sınıfların üzerindedir ve sermaye minimum düzeyde vergi vermektedir. Somut bir örnek olarak Katma Değer Vergisi’ne (KDV) bakabiliriz. Türkiye’de 2017’nin ilk yarısında 80,9 milyar TL’lik KDV’nin sadece yüzde 32’si, yani üçte birinden azı toplanabilmiştir, çünkü Maliye Bakanı’nın da itiraf ettiği üzere, Türkiye’de bir milyonun üzerinde şirket hiç vergi ödememektedir ve devlet bilinçli bir şekilde buna müdahale etmemektedir.

Harcamalar meselesine gelince, “Açıktaki bu artışın somut nedeni nedir?” sorusunun yanıtı yine Çiğdem Toker’in yazısında var. Son torba yasayla Hazine’nin “Yap-İşlet-Devret” ve “Yap-Kirala-Devret” modeliyle yaptırılan tünel, köprü ve şehir hastanelerine Türkiye Varlık Fonu üzerinden kaynak aktarmasının önü açılmış durumda. Bu modelle yapılan tünel, köprü ve hastaneler için imzalanan sözleşmeler “ticari sır” olarak açıklanmıyor ama aktarılan paranın devasa boyutlarda olduğunu ve açığın en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu söyleyebiliyoruz.

Meselenin diğer boyutu ise bu projeleri üstlenen yandaş firmaların neredeyse hiç vergi ödemiyor oluşlarıyla ilgili; rejim bir yandan bu projelere kamu kaynaklarını bilmediğimiz ölçülerde aktarırken, aynı anda bu projelerin üstlenicileri olan şirketlerden de neredeyse hiç vergi almıyor. Yani burada da emeğiyle geçinen, ücret geliriyle yaşayan insanların cebinden parası alınıyor ve sermayenin cebine konuluyor, gelir transferi yapılıyor. Bunun karşılığında ise bu sermaye gruplarının -havuz medyası örneğinde gördüğümüz üzere- rejimin bekası adına rejimi el altından fonladığını, bir “paralel vergilendirme” mekanizmasına tabi olduklarını biliyoruz; devasa projelerin ihalelerini alabilmelerinin yolu, belli bir tutarı rejimin bekasına ayırmalarını gerektiriyor yani.

Bütçe açığındaki devasa artışın yanında ekonominin diğer alanlarında da işlerin iyiye gitmediği görülebiliyor. 30 Haziran 2017 tarihi itibariyle Türkiye’nin brüt dış borç stoku 432,4 milyar dolara çıkmış durumda ki, bu, milli gelirin yarısından daha fazlasına tekabül ediyor ve 2003’ten beri ilk kez gerçekleşiyor. Üstelik 2003’te toplam dış borç 135 milyar dolarken bugün 432 milyar dolarlık bir tutar söz konusu. Yani seçim meydanlarında “IMF’ye borcu sıfırladık” diye böbürlenilirken borçlar aslında dörde katlanmış durumda.

Peki, ekonomideki durum giderek kötüleşirken ve bunun faturası geniş halk yığınlarına kesilirken ülkeyi seçime götürmek kolay mı? Bunun pek de kolay olmayacağı görülebiliyor, tam da bu nedenle vergi zamları, en kolay yöntem olan milliyetçilik üzerinden meşrulaştırılmaya çalışılıyor, toplumdan fedakârlık talep ediliyor, “yedi düvele karşı savaş” propagandası yapılıyor. Ortada bir savaş yokken “savaş ekonomisi“ uygulamanın başta sandık olmak üzere siyasette ciddi etkiler yaratacağını en iyi iktidar biliyor olmalı, bu yüzden de, sınır boylarında yapılan hazırlıkların da işaret ettiği üzere, ülkenin seçimlere “savaş ekonomi”sine uygun bir “savaş siyaseti” ile götürülmesi ve yeni maceralara sürüklenmesi şaşırtıcı olmayacak. Savaşın hem ekonomisine hem siyasetine karşıtlık üzerinden kurulacak bir siyasi hat ise kaçınılmaz bir şekilde bizim temel gündemlerimizden biri olacak.