Verilerin gazeteciliğe girmesi hem gazeteciliği hem de okurluk deneyimimizi epey değiştirdi, değiştiriyor. Gazeteciler verilerle konuşma yetisi kazandıkça da gazetecilik ‘timeline’da daha çekici hâle gelecek

Verilerden sen anlarsın konuş onlarla

Küçük bir keşfe çıkalım: Eğer web tarayıcınızdan Google arama tarihçesini düzenli silmiyorsanız geriye doğru bir gitmeyi deneyin. Bazılarını ancak görünce hatırladığınız bir sürü derdinizle karşılacaksınız. Kimseye soramadığınız şeyleri de arattığınızı fark edebilirsiniz. Örneğin ben, konserve açacağı kullanmayı bilmediğim için “defalarca konserve nasıl açılır?” araması yapmışım. 39 yaşına basmak üzere olan bir aile babası için utanç verici bir gerçek. Bu basit arama verileri aslında bir çeşit günlük ve mahremiyet taşıyan veriler. Sorduklarımız bizi tanımlıyor. Bu tarz milyonlarca veri (sadece Google araması eksenli veriler değil elbette) bir araya gelince de bilindiği üzere Big Data (Büyük Veri) kavramına ulaşılıyor.

Gazetecilikle ilgili olanlar elbette duymuştur ama teknik olarak “Veri gazeteciliği ne anlama gelir?” sorusuna gelmeden önce veri dediğimiz şeyin doğasını anlamak gerek. Veri gazeteciliği genellikle Wikileaks ve Panama Belgeleri gibi sızıntılarda açığa çıkan büyük verinin işlenmesi nedeniyle gündeme geldi ama çok daha fazlasını ifade ediyor. Bu maceranın sonunda çok şaşırtıcı hikâyeler çıkabilir ve gazetecilik buradan kaybettiği ilgiyi ve güveni tekrar kazanarak çıkabilir. Bir süredir veri gazeteciliğiyle ilgili kaynaklara başvuruyordum ama gazetecilikle çok ilgili olmayan Seth Stephens-Davidowitz’in Everybody Lies (Türkçede: Bana Yalan Söylediler, KÜY-Koç Üniversitesi Yayınları Nisan 2018) kitabı, verilerin anlattığı hikâye konusunda daha ilham verici oldu ve verilere başka türlü bakmamı sağladı. Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu da bu. Veri gazeteciliği gazeteciliğin doğasında neyi, nasıl değiştirir?

Büyük verinin şaşırtıcılığı
Davidowitz, dijital verilerin çağımızın mikroskobu veya teleskobu olduğunu savunuyor. Çünkü nasıl mikroskop bir damla suda bilmediğimiz bir şey olduğunu gösteriyorsa, yakından bakınca veriler de toplumla ilgili bir sürü şey söyleyebiliyor. Örneğin; Davidowitz 2004-2011 arasında ABD’de işsizlik oranlarını Google Correlate’e yazıyor. Bu dönemdeki trilyonlarca Google aramasından işsizlikle en sıkı bağlantılı olan şey ne çıkıyor biliyor musunuz? Yeni iş arama sorguları değil, onlar da var ama daha alt sırada. İşsizlikle en güçlü bağlantısı olan arama Slutload çıkıyor. “O ne ya?” diyecekleri de yahut “Bir arkadaşımdan duymuştum” diyecekleri de görür gibiyim. Slutload bir porno sitesi. Sonuçta ABD’deki bütün işsizler evde porno izliyor diyemeyiz ama büyük veri anlamına gelecek bir çoğunluk izliyor gibi. Hatta Google arama verilerine göre “yeni iş” aramaktan daha çok vakit buna gidiyor. Bu biraz uçlarda bir veri olabilir ama daha farklı konularda pek çok korelasyon sorgulanıp haber anlamına gelecek bir bütün oluşturabilir. Davidowitz, insanların internette bıraktığı izlerin oluşturduğu bütüne “dijital hakikat serumu” adını veriyor. En yakınımıza bile itiraf edemediğimiz hakikat orada saklı. Bu alanı sadece araştırmacılara bırakmak yerine gazeteciler de kullanmayı denemeli. Çünkü veriler orada duruyor. Çok daha basit olarak, işsizlik oranları açıklanmadan, 2018’in ilk çeyreğinde “işsizlikle” ilgili Google arama trendleri incelenerek haberler yapılabilir örneğin.

verilerden-sen-anlarsin-konus-onlarla-460176-1.

Kötü haber mi seviyorduk?
Çok değil, 7 Mart tarihinde yine BirGün’deki bir yazımda “insanların beyninde kötü habere öncelik veren bir mekanizma” olduğuna değindim. Bu iddianın kaynağı Nobel’li bilim insanı Daniel Kahneman’dı. Bunun bizim medya okuryazarlığı pratiğimizde yarattığı tahrifatı önlemek için nasıl bir düşünme biçimi geliştirmemiz gerektiğine kafa yormuştum. Bu araştırmadan “kötü habere” öncelik verdiğimizi öğrendik ama büyük veri yardımıyla kullanılan başka bir araştırma bize başka bir şey muştuluyor. Wharton School profesörleri Jonah Berger ve Katherine L. Milkman’ın New York Times üzerinden yaptıkları veri araştırması diyor ki, insanlar olumlu haberleri daha çok paylaşıyor, bir içerik ne kadar olumlu olursa viral olma ihtimali daha yüksek. Bunun için Times’ta üç aylık periyotta çıkan her yazıyı indiriyor ve duygu analizinden faydalanarak ruh halini kodluyorlar. Sonunda görülüyor ki, Times’ın sitesinde benzer yerde yayımlanmış haber veya yazılardan “olumlu” olanlar daha çok paylaşılıyor. Bu gazetelerin “korkut tıklan” şeklinde geleneğine biraz ters ama sürekli ahlarla vahlarla, felaket haberleriyle “sürdürülebilir” bir gazete çıkarılmayacağına da bir işaret. Tabii bu “Pollyannacılık” yapıp kötü şeyleri görmezden gelme anlamına da gelmemeli. İyi bir denge kurmak, okuru iyi analiz etmek zorundayız. İnsanlar kötü habere öncelik veriyor olabilir ama iş paylaşmaya gelince olumlu haberler öne çıkıveriyor.

ABD’de gazeteler tarafsız mı?
Okuru iyi analiz etmek deyince, yine aynı kitapta aktarılan bir örnekle, büyük verinin gazetelerin tarafını nasıl ortaya çıkardığına bakalım. (Gentzkow ve Shapiro) Amerika’daki kongre üyelerinin 2005 yılında kongrede yaptıkları konuşma veri kabul edilerek kullanılan her bir kelime analiz ediliyor. Buradan Demokratlar’ın ve Cumhuriyetçiler’in en çok kullandığı kelime ve cümle kalıpları çıkıyor. Böylelikle seçilen kelimeler, kimin Cumhuriyetçi, kimin Demokrat olduğuna dair önemli bir işaret oluyor. Sonra bulunan kelime kalıplarını gazetelerdeki haberlerdeki kelime kullanımıyla karşılaştırıyorlar. Buradan ABD’deki gazetelerin daha liberal eğilimli (biraz da sol) olduğu ortaya çıkıyor. Yani Demokratlar’dan taraf gibiler. Araştırmacılar biraz daha derinleşince bu tarafgirliğin doğrudan gazete sahipliğinden kaynaklanmadığını fark ediyorlar. Çünkü gazete okuru dediğimiz kitlenin eğilimi zaten böyle. Okur bunu bekliyor. Diğer taraf zaten gazete okumaya o kadar hevesli değil. Buradan gazetelerin tarafını, piyasanın (kapitalizm) belirlediği sonucuna ulaşıyorlar. Tabii Türkiye gibi ülkelerde gazete sahipliği mevzusu çok farklı hikâye. Ancak bu veri bir şey fısıldıyor: Okur beklentilerini hesap etmeden tüm gazetelerin sahibi olmak pek bir işe yaramayabilir.

Verilerin gazeteciliğe girmesi hem gazeteciliği hem de okurluk deneyimimizi epey değiştirdi, değiştiriyor. Gazeteciler verilerle konuşma yetisi kazandıkça da gazetecilik çılgınca akan ‘timeline’da daha çekici hale gelmeye başlayacak.

Verilerle konuşmanın etik taraflarını unutmadan elbette. Burada sadece gazetecilik etiği değil sosyal bilimler etiğine de başvurmak gerekebilir. Kuşkusuz sosyal bilimciler de verilere yaklaşma tarzında biraz gazeteci gibi davranma yetisi kazanıyor. İç içe geçmiş bir süreç bu. Sonuçta veri bilimin gazetecilikle kesiştiği yerler bizi çok daha fazla hakikate ulaştırabilir. Hakikatin gazetecilikle ilişkisini de düşününce, günümüzün gazetecisine “verilerle” konuşmayı öğrenmekten başka yol kalmıyor…