“ Her kim ki, çalışamaz duruma gele Eşeğe bindirilip köyüne gönderile..”

“ Her kim ki, çalışamaz duruma gele

Eşeğe bindirilip köyüne gönderile..”

 
08 Ocak 2011 Cumartesi günü TMMOB Maden Mühendisleri Odası’nın düzenlediği “ 1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü 20. Yıl anma ve Kutlama Etkinlikleri” adı altında düzenlemiş olduğu etkinlikteydim. 20. Yıl etkinlikleri için Maden Mühendisleri Odası ve Genel Maden- İş güzel bir kitap hazırlamışlar. Bu kitap ve etkinlikten de anlaşılıyor ki; girişteki sözlerin mimarı Dilaver Paşa adıyla anılan 1867 Dilaver Paşa Nizamnamesi’nden bu yana pek de  birşey değişmemiş.  O dönem Zonduldak’ı köleleştiren Mükellefiyet Nizamnamesi, yani zorunlu çalıştırma düzenlemesi bir miktar şekil değiştirerek bu günde sürdürülmekte.. Serdar Kaynak’ın Ethem Çavuş’un anılarından aktardığı,  işçilere geç ve eksik maaş ödemeleri, neredeyse boğaz tokluğuna çalışma bu günde geçerli. Geçmişte Fransızların yerini bu gün taşeronlar almış. Yine geçmişte maaş ödeme günü kapıda bekleyen tefeci abani sarıklı ağaların yerini bu gün bankalar almış.  Arnavut kavasın fil sinirinden kamçısının yerini bu gün polis copu almış. Dünden bu güne sömürü baki iken zulüm sadece biçim değiştirmiş.

Geçmişten günümüze uygulana gelen zulme karşı madenciler 14 Eylül 1908’den bu yana grev ve ayaklanmalarla direniş göstermiş, zaman zaman belirli haklar elde edilmişse de  bu direnişler genellikle hüsranla son bulmuş. Madencileri sadece iş kazaları vurmamış, aynı zamanda 1965’te olduğu gibi jandarma kurşunu da vurmuş.

Elbette yaşanan tüm direniş pratikleri işçi sınıfının mücadelesine birer deneyim olarak yazılmıştır. Ancak bir başka gerçeklikte, dünden bu güne sendikal bürokrasinin, işçi sınıfının önünde hep bir yapı bozucu unsur olarak yer alıyor olmasıdır. Yirmi yıl öncesinin sendikal önderliğinin sonuna kadar gitme cesaretinden yoksunluğu, teslimiyetçi, statükocu yapısı bu günde kendini göstermektedir. Yirmi yıl önce yüz bin madenciyi kış kıyamet yollara döken sendika önderliğinin zoru görünce “ gemileri yaktık, ölmek var dönmek yok” diyen inanmış, kararlı, bedel ödemeye hazır  işçiyi bir anda deyim yerindeyse satıverdikleri net bir gerçekliktir. Her türlü zorluğa katlanılarak İstanbul yoluna çıkmak üzere olan   ve belki de bu karalılığın sürdürülmesi ile Özal Hükümetini bile devirebilecek olan işçilerle aynı kararlılık içinde olamayan sendikacılar kendilerine inanmış olan kitlede hayal kırıklığı ve moral bozukluğu yaratmışlardır. Eylem sonunda elde edilen/ daha doğrusu kendilerine verilmiş olan  hakların başlangıçtaki  taleplerin bile gerisine düşmesi bir sonraki eylem girişimlerine kötü bir örnek ve güvensizlik taşımaktadır. O günlerdeki sendikal dayanışmanın yetersizliği ve TÜRK-İŞ Başkanı Şevket Yılmaz’ın başından beri grev ve yürüyüşe sahip çıkmamasına rağmen tarih tekerrür eder mi kaygısına kapılmadan TEKEL işçileri Ankara’da görkemli bir eylem gerçekleştirmişlerdir. Ancak ne yazık ki tarih tekerrür etmiş, yine sendikal bürokrasi işçiyi yarı yolda bırakmıştır. Tarih tekerrür etmiş, bu kezde TÜRK_İŞ’in günümüzdeki Başkanı Mustafa Kumlu eyleme sahip çıkmamış ve işçiler tarafından kürsüden indirilip kovalanmıştır. Bir kez daha tarih tekerrür etmiş,  sendikal dayanışma sınıfta kalmış;10 mayıs 2010 ortak bildirisi ile  Hak-İş, DİSK, Memur-Sen, Kamu-Sen ve KESK,  TEKEL işçilerinin haklı öfkesine  “ emeğin birlik ve dayanışmasına yapılan bir saldırıdır” diyerek TEKEL işçisine sahip çıkmayan Mustafa Kumlu’ya sahip çıkmışlardır.

Kabuğuna çekilmiş, içine göçmüş bir DİSK, içindeki bir kaç diri unsura rağmen baştan beri teslim olmuş bir Türk- İş, piyasacı iktidara ve cemaate endeksli  Hak- İş ve Memur-Sen, İHD’leşme riski altındaki bir KESK...  

“Vesayetten Siyasete Türkiye’de Sendikacılık” kitabına ilişkin bir söyleşisinde Aziz Çelik ; “Sendikal hareketin ‘vesayet’ten kurtulması , bugün de ihtiyaçtır” derken bu hiç te iç açıcı olmayan karanlık tabloyada parmak basıyor aslında. Bu tabloya rağmen, aydınlığı içinde taşıyanların karanlıkta da yollarını bulacaklarına olan inancımız her daim taze ve diridir.