Vesika; kelime dilimize Arapça’dan geliyor. Genellikle resmi bir iş için gereken doküman, belge anlamında. Başlıktan da anlaşıldığı gibi Ömer Lütfü Akad’ın yönettiği ‘Vesikalı Yarim’ filminde pavyonda çalışan kadınlara verilen belgeden bahsetmiyorum. Konumuz ‘Vesikalık Fotoğraf’.

1930’lu yıllarda resmi bazı evraklara ilgili kişinin fotoğrafının kullanım zorunluluğu getirilmesiyle vesikalık fotoğraflar da gündeme girmiş oldu. Bir kimlik edinmek, gerekli bir evrak almak, bir başvuruda bulunmak, bir iş talebine eklenmek için çektirilen, ya da devlet, insanlardan bir beklenti içinde olduğu zaman istediği belgeye iliştirilen fotoğraf. Almanlar; passport-photo diyor, pasaport ve ehliyet dışında öyle her önüne gelen belgede de kullanmıyor. Bu açıdan örneğin üniversite kaydında 24 adet fotoğraf isteyen bir ülke olarak ne kadar övünsek az!

Şimdi geleyim şu vesikalık fotoğrafın alametifarikasına. Bir kere zaman ve mekân referansından yoksundur. Fotoğraflardaki arka fonun hiçbir zamana, hiçbir mekâna, ya da bu mekânı ve zamanı dolduran hiçbir olaya göndermede bulunmaz. Vesikalık fotografik imaj, yalnızca gördüğümüz fotoğrafı çekilen insanın yüzüdür. Vesikalık fotoğraf durağan bile değildir, donuktur, hakikatin yüz hatları yoktur. Beden duruşunu kaskatı hale getirmiş, üstelik tamamen kişisel özelliklerini yitittirmiş, silikleştirmiş ve kimliksizleştirmiştir. Artık kimliklerin vazgeçilmezi olan vesikalık fotoğraf halinde katılaşmış bir bedendir.

Hepimiz çektirmişizdir. Zorluklarını de biliriz.(Fotoğrafçısının yönlendirmelerinde “çeneni hafif kaldır”, “omzunu dik tut” falan vb) Kimimiz bize benzemediği için beğenmeyiz, kimimizin ise beklentilerini karşılamaz. Hiç düşündük mü; fotoğraf bir benzerliğe mi hükmediyor, kime, ne gibi? Bir özdeşliğe mi? Hayal kurarsanız, beklentilerinize uyarsa belki bir benzerlik kurarsınız!

“Sonuçta bir fotoğraf temsil ettiği insandan başka herkese benzeyebilir. Çünkü benzerlik saçma, tümüyle hukuki, hatta yargısal bir olaya, konunun özdeşliğine gönderme yapar; benzerlik özdeşliği “olduğu gibi” verirken, ben “ilksizlik ve sonsuzluğun kendine dönüştürdüğü” bir özne istiyorum” diyor Roland Barthes.

Bir kere benzeşme olgusunun bile en azından kendi dışında bir varlığa yönelik olması, başka bir şey’e yönelik olması gerekmektedir. Ayrıca, “benzeşme” simetrik bir yapıdadır. “B, A’ya benzediği oranda, A, B’ye benzemektedir”. Fakat kendi fotoğrafı, Duke Ellington’ın bir yeniden-sunumu olurken, Duke Ellington’ın kendisi fotoğrafının bir yeniden-sunumu değildir.

Ancak benzerlikten daha sinsi, daha içe işleyen şey şudur; Fotoğraf bazen gerçek bir yüzde (ya da aynadaki bir yüzde) göremediğimiz bir şeyi görünür kılar: genetik bir özellik, insanın kendisinin ya da daha önceki bir akrabasının bir parçası. Bilemedim ne kadar duygusal, ne kadar ırkçı?

Ayrıca fiziksel boyutlarından tutun, devlet evraklarının istenilen formlarını karşıladığı için vesikalık fotoğraf niteliği gereği genelleştirilmiştir. Bu anlamda uysaldır, çünkü emredileni yerine getirmiştir. Üstelik genelleştirildiğinde de resmetme bahanesi altında insanın çelişkiler ve tutkular dünyasını bütünüyle gerçekdışı hale getirmiştir.

Hemen belirteyim bir kere portre fotoğrafından farklıdır. Portre fotoğrafı daha önce bir yazımda yine bu köşede bahsetmiştim, yinelemeyeyim. Ancak çarpıcı bir örnek ne demek istediğimi karşılayacaktır; Richard Avedon’un, William Casby ‘Köle Doğdu’ isimli portresinde (1963) köleliğin özü apaçık ortaya konmuştur. Nesne konuşur, bizi gizliden gizliye düşünmeye zorlar, fotoğraf o durumda yıkıcıdır. Oysa vesikalık fotoğraf bunu yapamaz.

Sevdiklerinizin vesikalık fotoğrafı mı yoksa Barthes’ın dediği gibi ilksizlik ve sonsuzluğun kendine dönüştürdüğü özneyi yansıtan sevdiklerinizin fotoğrafı mı? Hadi itiraf edelim, hepimizin cüzdanında sevdiklerimizin vesikalık fotoğrafı var...