Taşı taş üstünde kalmamış Diyarbakır’ın Sur’unu, binlerce yıldır itinayla korunan İspanya’nın Toledo’su yapmaktan söz etti Davutoğlu. Amaç, kültürel ve mimari özelliklerin korunması... Temsil ettiği siyasi geleneğin bu konuda ne kadar hassas olduğunu, binlerce yıllık mozaiklerin üzerine basarak kameralara sırıttıklarında; antik kentleri sular altında bırakma ısrarlarında; restorasyon adı altında tarihin üzerine plastik pencere açtıklarında; inşallah tutar diye yüzlerce yıllık ağacı, şov uğruna yerinden söküp taşıdıklarında; bizi İstanbul’un sekiz bin yıllık tarihiyle tanıştıran eserler için çanak-çömlek deyip küçümsediklerinde idrak ettik çok şükür. Bundan olsa gerek, ülkesinin doğusu ateş altında olan bir başbakan Toledo dediğinde, kültürden tarihten çok faşist Franco geliyor aklımıza. Gücüne gitmesin. Rüyalarında Hegel’le, Gazali’yle konuşurken; sanatı, tarihi, kültürü kapsam dışı bırakan bu muhafazakârlık biçimini de tartışsın.

• • •

Mesele keşke, şehirleri TOKİ estetiğine teslim etmiş iktidar ve temsilcisinin, Toledo örneğini eleştirenleri “şehir cahili, kültür cahili, medeniyet cahili” olmakla itham ettiği kadar komik olabilseydi. Mesele keşke, yazanı da okuyanı da biraz olsun gülümsetebilecek bir gündem malzemesi olarak kalabilseydi. Ne yazık ki değil... Halimiz o kadar perişan, yüreğimiz o kadar yaralı, vicdanımız o kadar kayıp ki gülmenin acısını bile kaybettik. Umutsuz, yılgın ve buz gibiyiz. İstediğin kadar kaç, istediğin kadar duyma, görme, bilme... Hepimizin yüzü, o topraksız bırakılan cenazelerin mezar taşı gibi... Soğuk. Aynı gök kubbe altında, insan, verilen her kararın ortağıdır çünkü.

• • •

Şimdilerde, “bu çınarın gölgesinde güneş görmemiş daha birçok hakikat var” diyen, AKP’nin ‘vicdanı’ Bülent Arınç’ın içini dökmelerine tanıklık ediyoruz. Arınç da, tıpkı troykanın diğer ismi Gül gibi, olaylar cereyan ederken bulundukları etkili pozisyonları bir hayalmişçesine unutturmaya çalışıyor. Ellerinden geleni yapmışçasına kendinden emin. Allah herkese bu ‘huzuru’ nasip etsin. Tavırlarında “ama benim özgül ağırlığım var” diye söylenip tekrar oyuna girmemiş bir hal var. Bu iç dökmelerin vicdanla ilgisi yok; çünkü yanlış bir şey karşısında verilen tepki, insanın o güne kadar taşıdığı değerlerin toplamından çıkan bir reflekstir. Hak, hukuk gibi, inancının da asli parçası saydığın meseleler karşısında konuşmak için doğru zaman, tanıklık ettiğin zamandır. Beklenmez.

• • •

O halde, Arınç’ın nadasa bırakılmış, ortaya çıkmak için zamanı kollanmış bu iç dökmelerinin vicdanla ilgisi yoksa ne ile var? Bu, “ben henüz aklımı onlar kadar yitirmedim” in ispat çabası. Beraber yürüdükleri yol süresince yargıda, doğada, demokrasi ve özgürlüklerde, yolsuzlukta-hırsızlıkta, insan haklarında, yurtta ve cihanda savaş teorisinde... hasılı, ülkeyi bugünkü duruma taşıyan her eylemde o ve arkadaşları, AKP’nin ampulü altında, yan yana durmuş gülümsüyordu. Bugün anlattığı hiçbir şey, dünkü yerini ve ortaklığını değiştirmez. Ancak konuşması, geldiğimiz noktayla ilgili önemli bir mesaj taşıyor. Durum o kadar çığırından çıkmış, akıl kafalardan o denli uçmuş, iktidar yanaşmalığı öylesine paspas, öylesine rezil düzeye inmiş ki, Arınç ve birkaç eski bakanın vicdanı değil ama aklı, tarihin bu cinnet noktasında oyundan çıkmak gerektiğine karar vermiş.

• • •

Benim için bu dikkatli başkaldırmaların başka da bir anlamı, pek de kadir kıymeti yok. Çünkü artık, hal öyle bir hal ki, Sur-Toledo benzetmesi bile ufacık gülümsetemedi bizi. Eziyet öyle büyük ki, aylardır süren abluka ve ölümler karşısında devletin makbul saydığı Kürt şarkıcı bile Davutoğlu’na “bu kadar zalim, merhametsiz nasıl oldunuz ey Başbakan?” diye seslendi. Bunun üzerine dönüp gönül aynasına bakmış Davutoğlu. Muhasebe etmiş. “Bizim sicilimizi Somalili bebekler bilir.” Cizre’de, sığındıkları yıkık binanın bodrum katında günlerdir yaralı, aç, susuz yardım bekleyen insanlar da; devletin sessizliği yüzünden 7 çocuğu kan kaybından ölen, diğerlerini omuzlayıp hastaneye götürebilmek için beyaz bayraklarla çıktıkları yolda gözaltına alınan annelerin de; günlerce sokak ortasında kalan oğlunun yakılmış, parçalanmış bedeninin fotoğrafını “zulmü görün” diye bize uzatan babanın da bildiği bir şeyler vardır elbet.