Bu bir spor yazısı mı emin değilim. Zaten hangi yazım öyle ki...

Bu bir spor yazısı mı  emin değilim. Zaten hangi yazım öyle ki...

Gazeteye yazı yazmak meselesine kafayı taktım bu aralar. Ne yazıyoruz, niye yazıyoruz gibi sorular dolanıyor kafamda. Yanlış anlamayın, bunu bir ukalalıkla “aman canım ne gereği var” anlamında söylemiyorum. Tam tersine, öylesine derin ve öylesine anlamlı bir sorumluluk ki, kişilerin bu sorumluluğun farkında olması için gazeteci olmasından önce başka özellikleri bünyesinde barındırması gerekiyor.

Bu köşede yazmaya başladıktan kısa bir süre sonra bir mail aldım.

Fikretcan’dan geliyordu mail ve benim hatamı enfes bir şekilde yakalayan bu akıllı genç adam aynen şöyle diyordu: “Eray abi merhaba, ben lise son öğrencisi Fikretcan. 31.10.2010 tarihli yazını okudum Birgün'de. Hatta bu konuyu Radikal'de yazdığında da okumuştum çok iyi hatırlıyorum. Yusuf'un formasını isteyen top toplayıcı çocukla ilgili. Bir düzeltme yapmak istiyorum o maç Denizlispor maçıydı, Yusuf o aralar Denizli'de oynuyordu. Bugün yazını görünce Birgün'de ufak bir düzeltme yapayım dedim:) İyi çalışmalar. Sevgilerle.”

Ben Radikal’de Fikretcan’ın sözünü ettiği yazıyı 2007 Mayıs’ında yazmışım. Yani sanırım Fikretcan o sıralarda orta sona gidiyordu. Orta 3’te Radikal’de o yazıyı okuyup hafızasına kazıyan bu genç adam üçbuçuk yıl sonra bu kez Birgün’ü sıkı bir şekilde takip ederken benim hatamı mükemmel bir biçimde yakalıyor.

Fikretcan’a yazı yazıyor olmaktan daha büyük bir sorumluluk olabilir mi hayatta? Hayır hayır,  doğru bilgi, onun bunu yakalaması, hata yapmama dürtüsü gibi fani şeylerden bahsetmiyorum. Onun sporla, futbolla ve dolayısıyla hayatla kurduğu ilişkide kritik bir role sahip olma fikrinin bile ne kadar ağır bir sorumluluk olduğundan söz ediyorum.

Yani aslında bu köşelerde edilen sözlerin, kesilen ahkamların, anlatılanların bizim sandığımızdan çok daha başka bir ağırlığı var.

Hayır, “Bakın yaptığımız iş ne kadar önemli” demeye de çalışmıyorum. Ursula K. Le Guin’in müthiş bir öyküsü vardır: Omelas’ı Bırakıp Gidenler. Ütopik bir mutluluğun yaşandığı Omelas’ta insanlar bu mutluluklarını tek bir şeye borçludur. Küçük bir çocuğun bir kamu binasının bodrum katında, yalnız kalarak karanlıklarda acı çekmesine. “Yitik bir ruh bile acı çekiyorsa ideal düzen yoktur”a getirir sözü Le Guin ve sahip oldukları mutluluğu bu acıya tercih etmeyip Omelas’ı terk edenleri anlatır.

Burada anlattıkların başka hiçkimseciklerin ilgisini çekmiyor olsa bile, sadece 17 yaşındaki Fikretcan okuduğu için yazmaya değer. Ve sadece Fikretcan için yazının ağırlığından korkmayı gerektirir.

Bunları niye mi söylüyorum? O kadar kolay yazı yazıyoruz ki... Her gün yarım sayfayı dolduran abiler, ablalar o kadar kolay ediyor ki bazı lafları. Geçen hafta genç bir kadın hayatını kaybetti, onun ardından öyle mide bulandırıcı yorumlar yapıldı ki... Utanmazlık desen değil, arsızlık desen değil, terbiyesizlik desen zaten ortada bir terbiye söz konusu değil.

Oysa tek bir tartısı var insanın. Vicdan. Vicdanında çözebiliyorsan meseleyi Fikretcan’a da anlatabilirsin demektir.

Bir panele çağırmışlardı  ve birisi sormuştu bana: “Gazeteciliğin objektif olması gerekmez mi” diye... Hayır, demiştim. Ne kadar subjektif olursa o kadar iyi. Bir haberi sadece vicdanında tartsan kullanıp kullanmaman gerektiğini bulursun zaten. Yoksa gazetecilik zaten subjektif bir iş ki... Hangi haberi ne kadar büyük göreceğin, hangi fotoğrafı seçeceğin, nasıl bir başlık atacağın... Bunlar hep subjektif tercihler. Biz sadece onlara “objektifmiş” süsü veriyoruz.

Spor medyası veya medyanın başka bir tarafı. Hiç fark etmez. Her yerde aynı mesele. Vicdan meselesi.

Arda gibi genç bir adamın özel hayatını iğdiş ederken... Bir derbi maçı öncesi kitleleri birbirine karşı kışkırtırken... Bir hakemi hedef gösterirken... Milli bir maç öncesi bir ülkeyi bir başka ülkeye karşı galeyana getirirken... Kullanılan o maço dille kadınları aşağılarken... Tribün şiddetini meşrulaştırırken...

Hep o aynı vicdan fukaraları karşımıza çıkıyor.

Onlar Defne Joy Foster’ın ardından ahlak bekçiliğine soyunan fukaralarla aynı insanlar.

Onlar gündelik yaşamın holiganları.

Üstelik bir de köşe vermişler onlara.

Fikretcan’lar okuyor o köşeleri ama...

Korkuyorum.