İslam dini bağlamında yürütülen kadim bir tartışma, bu dinin savaş ya da barışla kurduğu ilişki ile ilgilidir. Diğer bir ifadeyle, “İslam savaş dinidir” diyenlerle buna itiraz edenler hep olagelmiştir

‘Vicdan rahat ettirilmeden günah işlenmez’

Aydın Tonga - Yazar

Dönemin Başbakanı ve Demokrat Parti Genel Başkanı Adnan Menderes, Kore’ye asker gönderilmesini şöyle savunmuştu: “Aldığımız bir harp kararı değil, sulhu koruma teşebbüs ve kararıdır.”1 Oysa bu karar neticesinde askerlerimizden 721’i hayatını kaybetmiş, 234’ü esir olmuş, 175’i de kaybolmuştu. Savaşın yarattığı nihai sonuç ise tam anlamıyla korkunçtu: 3 milyon insan yaşamıyordu artık.

Kore Savaşı bu toprakların büyük bir utancıdır. Yaşamını kaybeden yüz binlerce insan, kardeş bir halkı ikiye bölen emperyalizm gerçeği de bu utancın en büyük kanıtıdır. Hiç şüphe yok ki, yaşanan o büyük acının en büyük müsebbiplerinden biri dönemin iktidarı ve o iktidara sorgusuz sualsiz kol kanat geren milliyetçi, muhafazakâr örgütlenmeler olmuştur. Öyle ki, adı geçen çevreler, askerlerimizin 10 bin kilometre uzakta bulunan Kore’ye gönderilmesine tek kelime itiraz etmemiştir. Aksine bu çevrelerin başında gelen Milli Türk Talebe Federasyonu, Kore için miting bile düzenlemiş ve Federasyon Başkanı Suphi Baykam bu mitingde şöyle konuşmuştur: “Sen ey ruhu şad olacak Kore şehidi, sen ne için öldürüldüğünü biliyorsun. Sen insanlığın mesut geleceği uğrunda öldün. Akıttığın kan benim kanımdır. Cihan tarihi seni mukaddes sayfaları içine gömecek, insanlık ebediyen seni minnetle, şükranla anacaktır.”2
İslam dini bağlamında yürütülen kadim bir tartışma, bu dinin savaş ya da barışla kurduğu ilişki ile ilgilidir. Diğer bir ifadeyle “İslam savaş dinidir” diyenlerle, buna itiraz edenler hep olagelmiştir. Bu tartışma elbet sürüp gidecektir. Fakat şu açık bir hakikat ki, tarih boyunca İslam adına hareket ettiğini söyleyen nice iktidarlar ve ona bağlı çevreler, savaş ve şiddet diliyle hep iç içe olmuştur. Dahası bu dil ve duruş, din külliyatına da girmiş, inanç adına savaş açılabileceği dahi dile getirilmiştir. Söz konusu külliyatla ilgili ifadeleri birazdan aktaracağız. Lakin ona geçmeden önce yakın tarihten kimi örneklerle yazımıza devam etmek istiyoruz.

Bakınız yukarıda ifade ettim; üç milyon insanın ölmesine sebep olan Kore savaşına asker gönderilirken muhafazakâr çevreler adeta bayram havası içerisindeydi. Necip Fazıl’ından tutun, Said-i Nursi’ye, devrin en büyük iktidar destekçisi Ahmet Emin Yalman’a kadar herkes savaş tamtamları çalıyordu. 1950 yılında Süleymaniye Camii’nde Kore şehitleri için okutulan mevlit ve bu mevlitte Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin yaptığı şu konuşma bu durumun tezahürü olarak okunabilir:“Kore harbi alelade bir savaş, bir toprak harbi değildir. Bu savaş, hak ile batılın, iman ile küfrün, ehl-i ile kitap ile kitapsızların, Allahsız dinsiz ve imansızlarla Allah’a inananların, hulasa hayır kuvvetleriyle şer kuvvetlerinin çarpışmasıdır. İşte bu harbin ehemmiyeti buradadır… Şurasını da hatırdan çıkarmamak lazımdır ki asker harbe ölmek için değil öldürmek için girer ve öldürürken kendisi de ölürse şehit düşer. Esasen bu niyetle beklerken de ölse yine şehittir… Allah ve Peygamber yanında rütbesi bu kadar yüksek olan şehidin ruhu hatimlerle, mevlitlerle, Fatihalar ile taziz olunmaz mı? Hak yolunda, Allah yolunda savaşan böyle kahraman bir ordu tebcil ve gazası tebrik olunmaz mı? İşte bizde bunun için toplanmış bulunuyoruz.” Dikkat buyurunuz bu konuşmalar bir camide yapılıyor, konuşmayı yapan da Diyanet İşleri Başkanı!
vicdan-rahat-ettirilmeden-gunah-islenmez-419975-1.
Peki, bütün bunlar nasıl oluyor? Nasıl oluyor da din adına böyle rahatça savaş ve şiddet çağrısı yapılıyor, emperyalistlerle bile işbirliğine gidilebiliyor? Bu sorulara elbette teorik çerçevede birçok yanıt verilebilir. İlahiyat profesörü olan İlhami Güler’in bir değerlendirmesini paylaşmak istiyoruz. Güler, yukarıdaki sorulara yanıt mahiyetinde şunları söylüyor: “Vicdan rahat ettirilmeden günah işlenmez. Dindar, günahı kitabına uydurarak işleyen kimsedir.”

Emperyalizmin yağmacı/işgalci siyasetini üstüne almak pahasına malum savaşı din adına meşrulaştıran bu zat, hangi niyet ve beklentilerle bu “ulvi” fedakârlığı üstlenmiştir bilemiyoruz. Bildiğimiz “Kore’ye asker gönderme karşılığında NATO’ya katılabilmiştik” Üstelik bunu söyleyen de Başbakan Adnan Menderes’ten başkası değildi!3 Bu ne kadar gerçekse Behice Boran ve Adnan Cemgil önderliğindeki ‘Barışseverler Cemiyeti’nin Kore Savaşı’na karşı çıkıp bildiriler dağıttığı ve akabinde bu cemiyetin kapatılıp o onurlu insanların da hapse mahkûm edildiği de bir o kadar gerçektir. Solun tarihine haysiyetle yazdırdığı bu hakikat, bir onur nişanesi olarak belleklerdeki yerini hâlâ korumaktadır.

Dini savaş için kullanmak
Şimdi gelelim, İslam dini adına hareket edenlerin savaş ve şiddetle kurduğu o sıcak ilişkiye. Öncelikle şunu ifade edelim ki, bugün dahi okullarda, üniversitelerde okutulan fıkıh kitaplarına göre dine girmek kolay olsa da çıkmak o kadar kolay değildir. Ve hatta bu kitaplara göre dinden çıkanlar, yani “mürtedler” öldürülür. Yine bu hukuk kitaplarına göre esirler de öldürülebilir. Dolayısıyla mezheplerin ortaya koyduğu İslam dinine göre karşımızda hiç de öyle barış yanlısı bir din yoktur! O kadar ki, mezhep âlimlerinden İmam Şafi ve Hanbel’e göre cizye anlaşması yalnızca Mecusiler ve ehl-i kitap mensuplarıyla yapılabilir! Geri kalanların yaşamak için yapabilecekleri bir anlaşma bile yoktur!

Peki, İslam kanunlarının uygulanmadığı yer olarak tanımlanan Daru’l Harp’e Müslümanların bakış açısı ne olmalıdır? Örneğin bunlarla kurulacak ilişkiler dostane bir anlayış üzerine mi kurulacaktır? Cevap, hayır. Aksine bu yerler “savaşılacak topraklar” olarak görülmektedir. Şu satırlar egemen İslam dünyasının da kabul ettiği fıkıh kitaplarında yer almakta: “Müslümanlar yeterli güce sahipse en yakın düşmandan başlayarak cihad etmek halifenin görevidir. Özürsüz olarak bir yılın cihad yapılmadan geçirilmesi uygun olmayacağından dolayı her sene düşmana sefer düzenlemek gerekir. İhtiyaç olması durumunda senede birden fazlada cihada çıkmak gerekir.”4

Barışı ancak zayıf, güçsüz dönemlerde savunan bu anlayış, güçlü olduğu dönemde savaşı işaret etmekte, bunun için açıkça çağrı yapmaktadır. Söz konusu anlayış bir başka yerde şöyle zikredilmekte: “Müslümanlar güçlü ise ehli harp ile sulh yapmaları doğru olmaz. Çünkü burada cihadı terk söz konusudur. Anlaşma ancak Müslümanların zayıf olması veya düşmanın İslam’a ilgi duyması gibi bir maslahat söz konusu olunca caiz olur.”5

IŞİD, El Nusra, Taliban ve çeperindeki selefi İslamcı unsurların saldırgan ve şiddete dayalı politik konumlanışlarının arkasında hiç şüphesiz yukarıda yer verdiğimiz dini külliyat bulunmaktadır. Öte yandan egemen İslamcı zihniyetin sağcılaşmış aktörleri sözünü ettiğimiz saldırgan ruhu, farklı varyantlarıyla güncel siyasete de eklemlemiştir. Bu bağlamda topraklarımız bir laboratuvar olarak görülebilir. Örneğin emperyalizmin Türkiye’de gelişip boy vermesine neden olan en büyük aktörlerden birisi milliyetçi/muhafazakâr kimliği ile bilinen örgütler olmuştur. Komünizmle Mücadele Dernekleri başta olmak üzere, talebe birlikleri vb. örgütlenmeler bu süreçte başat rol oynamışlardır. Şöyle ki, sözünü ettiğimiz unsurlar Amerikan 6. Filosu’na karşı düzenlenen eylemlere dahi saldırı düzenlemiş ve hatta ABD’nin hamiliğine soyunmuşlardır. Konu ile ilgili Mehmet Şevket Eygi, İlhan Darendelioğlu gibi isimlerin söyledikleri bu anlamda ibretlik konuşmalar olarak okunabilir. Diğer taraftan bu konuşma ve eylemlere muhafazakâr kimliği ile bilinen Nurettin Topçu bile isyan etmiş ve “Siz bu hareketinizle en şaşkın sapıkların safında yer almış bulunuyorsunuz.”6 diyerek tepki göstermiştir. Nihai olarak ABD deyince Necip Fazıl’ın söylediklerini hatırlamamak olmaz: “Amerikan siyasetini tutmak biricik yol, Amerikan politikasını korumakla mükellefiz.”7

Peki, bütün bunlar nasıl oluyor? Nasıl oluyor da din adına böyle rahatça savaş ve şiddet çağrısı yapılıyor, emperyalistlerle bile işbirliğine gidilebiliyor? Bu sorulara elbette teorik çerçevede birçok yanıt verilebilir. Lakin bu başlı başına ayrı bir yazının konusu. Bununla birlikte kendisi de bir ilahiyat profesörü olan İlhami Güler’in bir değerlendirmesini paylaşmak istiyoruz. Güler, yukarıdaki sorulara yanıt mahiyetinde şunları söylüyor: “Vicdan rahat ettirilmeden günah işlenmez. Dindar, günahı kitabına uydurarak işleyen kimsedir.”8 Sizce de haklı değil mi?

1 Ayın Tarihi, Temmuz 1950, sayı 200, s.69-74.
2 Zülküf Oruç, Bir Öğrenci Hareketi Olarak Milli Türk Talebe Birliği, Pınar Yay. Sh. 47
3 Ayın Tarihi. Temmuz 1950, sayı 200, s.69-74.
4 Ahmet Özdemir, Fıkıh Mezheplerinin Darü’l Harb ile ilişkilerde Savaşı Esas Almalarının Tahlili.
5 A.g.e
6 Özgür Gökmen, Türkiye’de anti-komünizmin kaynaklarına methal.Birikim Dergisi
7 “Büyük Doğu Dergisi ”17 Temmuz 1959”
8 İlhami Güler, Vicdan Böyle Buyurdu.