Vicdan Teyzemiz sustu! Biz çocuklar kalakaldık öylece

EREN AYSAN

Sanki karanlık bir odada doğmuşuz. Denizdeki kum kadar çokuz. Sayılarımız binlerle ifade ediliyor bugün… Kimimiz birbirine nefes kadar yakın. Kimimiz omuz mesafesinde… Buna yitirdiklerimizin aynı düşünsel iklimde geleceğe dair soylu düşler kurmaları neden gösterilebilir mi? Aynı sokaklarda yürüdüklerini bilmek yaşamlarının önünün kesilmesine bir gerekçe olabilir mi? Kuşkusuz evet. Ama fazlası da var. Çünkü kurdukları dostlukları çocukları sürdürüyor şimdi. Bir tek dünya gözüyle, bizi bir ağız vişne dolusu gülerken, aynı anda ağlarken görememiş olmaları bana hüzün veriyor artık.

Düşünüyorum da bazen Alaz ve Türküler Erdost’la kardeşliğimiz daha biz doğmadan başlamış. Babalarımızın kısacık hayatındaki o güzelim dostluklarını iki yıldızın çarpışmasına eş tutabilir miyiz? Gökbilimciler iki yıldızın evrende “çarpışma”sını “birleşme” olarak yorumlar. Bir yanda evrenin belki de en görkemli, en olağanüstü olayının yepyeni bir alan yaratmasından heyecan duymak… Diğer yanda dostluğun saçtığı güven duygusunu hissetmek… Ölümüne yoldaşlıkla iki yıldızın “birleşmesi” ne kadar benziyor birbirine.

vicdan-teyzemiz-sustu-biz-cocuklar-kalakaldik-oylece-86679-1.Muzaffer Erdost, babam Behçet Aysan’la tanışıklığını şöyle anlatıyor: “Akşama yakın bir saatteydi sanırım. 10. koğuşa iki kişi getirilmişti. Biri jandarma üsteğmendi. Öteki askeri tıp öğrencisi Behçet Aysan. Mamak Muhabere Okulundaki cezaevinden getirilmişlerdi. Üsteğmen ile aynı davadan yargılanan tıp öğrencisi Behçet Aysan, 10. koğuşa, hani Menderes döneminde adı “Hilton”a çıkmış koğuşa getirildikleri akşam, içlerine çöken kasveti, daha sonraki günlerde de atamamış olmalılar. 10. koğuşun alt kısmında karşılıklı iki oda vardı. Girişte sağdaki küçük oda dört kişilikti. Behçet geldiğinde, Vahap Erdoğdu ile ben bu odadaydık. Soldaki oda oldukça büyüktü. Altlı üstlü yirmi kadar yatak yan yana serilebilir biçimde yapılmıştı. Behçet ile üsteğmeni buyur ettik, yemek çıkardık. Yatak değilse de yatabilecek bir şeyler sağlandı. Konuklukları doğal ki, bir hafta kadar sürdü.”

Belki de 70’li yılların soğuk ikliminde yaşanan ilk dostluk kıvılcımı bu... Sonrasını biz çocuklar hikaye gibi dinledik. Babamın hem Muzaffer Erdost’la hem de kardeşi İlhan’la olan arkadaşlığını... Annemle Gül Teyze’nin lise yıllarından beri arkadaş olduklarını öğrendikleri anda İlhan ve Behçet’in yüzündeki şaşkınlığı... İlk aşkın, ilk yağmurun mutluluğuyla, sonrasında kırlarda böceklerin, uçurtmaların, barışın sesiyle uyanma arzularını...

O yıllarda önemli olan eylemdi. Sözün kıymeti eylemin gerisine düşmüştü nedense. Ama onlar inat ettiler, sözün anlamını aramak için... Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşler kurdukları yayınevinin aydınlığa açılan bir pencere olmasını istediler.

Bense o yıllarda annemin eline sıkı sıkı sarılıp çalıştığı Türk Dil Kurumu’na giderdim. Sözlük Kolu’na girer girmez herkese, “günaydın efendim” derdim. Sonra oradan kurtulur, merdivenden uçarak bir alt kata inerdim. Derleme Kolu’nun önünden geçerken usul adım yürümeye başlardım. Eğer kapı açıksa çaktırmadan içeri göz atardım. Gülten Akın son derece ciddi bir yüz ifadesiyle elinde dosya tutuyorsa hemen toz olur, Sevgi Özel’in yanında bulurdum kendimi.

Gülten Teyze’nin buruk gülümseyişi o yıllarda benim kavrayamayacağım koca dünyaya karşı tutarlı bir isyandı oysa. 1977’de ODTÜ’de öğrenci temsilcilerinin örgütlediği eylemde öldürülen Ertuğrul Karakaya’nın ardından yazdığı “Ertuğrul Ağıdı”nda, “Gökte bulut yanyan gider/ Yaralarından kan gider/ Töresi batası dünya / Kahpe kalır şahan gider” diyordu. Anadolu’nun sesi formunda “4+4”lük bir ses düzeniyle karşı çıkıyordu düzene.
Rilke, “meyvenin çekirdeğini içinde taşıması gibi insan da ölümü içinde taşır” der ya. Bizim ülkemizde devlet aklı itirazını yükseltene işler, yani bir bakıma meyvenin çekirdeğini taşıması gibi devlet de ölümü içinde taşır. 12 Eylül gelip çattığında ise bir gecede değişir her şey. Devlet yine yapar yapacağını! Muzaffer ve İlhan Erdost kardeşler, Engels’in “Doğanın Diyalektiği” kitabı bahane edilerek gözaltına alınıp dövülürler. İlhan, ağabeyi Muzaffer’in gözleri önünde can verir. O yıllarda biz çocuklara pek anlatılmazdı böyle şeyler. Zaten Türküler de Alaz da benden az buçuk küçüktür. Küçük ne kelime? Türküler iki yaşında, Alaz altı aylıktır babaları öldürüldüğünde…

Gülten Teyze, TDK’dan emekli olmuştur. Zaten darbeyle beraber her şeyin tadı bozulmuş, annemin deyişiyle “kurumu bile paşalar basmıştır” artık. Bu defa çıkılan yolculuk Gülten Akın’ın oğlu için Mamak’ta acılarla dolu uzun, ince yolculuktur. “42 Gün”de açlık grevlerinin içinden bir anne olarak geçer. Cezaevi önünde itilip kakılmanın ne olduğunu önemsemez. İçerisi yangın yeridir çünkü. Seyranbağları’nın, gecekonduların, sabah ayazında işe giden genç kızların, evlerinin önünde oturan kadınların şairi bir ana olarak evladının yanında soluk almak ister.

Sonra biz biraz daha büyürüz. Alaz, günün birinde yaşdaşı bir çocuk tarafından “teröristin kızı” diye sokakta tokatlanınca “neden?” diye sorar kendi kendine. Bir gün şiir okumaya gittiği Sıvas’ta babam arkadaşlarıyla yakılır. Ben de sorarım kendi kendime, “neden?” diye. Oysa “özgürlük de öğrenilmesi gereken bir şeydir” der Adorno. Artık eminim, özgürlükten söz ettik ama özgürlüğün ne olduğunu öğretemedik halkımıza…
Bilge Muzaffer Amca’mız söznün eridir: “Onlar öldürüldüler. Doğal ki öldü onlar. Şimdi bilmiyorlar da öldüklerini. Bir zamanlar yaşamış olduklarını bilmedikleri gibi. İnsan olmanın onurunu yücelttiler, onlar, özgürleşmenin yükselen bayrağı onlar şimdi. Çağdaş kölelikten özgürlüğe gidilen çetin yolda, işkencelerin, cezaevi baskınlarının, öldürümlerin, darağaçlarının çetin yolunda, boyun eğmeyenlerin, ezilmeyenlerin bilincinde soluk alıp veriyor onlar.” diyerek direnmeye devam eder. Ve yine kötü ölüm gelip kapıyı çalar.

Dün Alaz’la Gülten Teyze’nin gidişini konuşurken, “çocukluğumuz gidiyor” dedi. “Çocukluğumuz bitti. O defterin son sayfası kapandı çoktan” dedim ben de.

7 Kasım’larda İlhan Erdost’un mezarı başında azalmamız, yitirdiklerimizi de düşününce bir dönemin kapandığını duyumsatıyor bize. Bu yıl Barışta yok. Rana Teyze de yok. Dahası her yıl görmeye alışkın olduğum Alaaddin Bilgi, Vecihi Timuroğlu, Metin Demirtaş, Mustafa Şerif Onaran da yok. Şimdi Gülten Teyze de yok.

Metin Altıok Ödülü’nü aldığında aramıştım kendisini. “Metin Altıok’la Behçet Aysan’ı hiç ayırmadım. Yaşamım boyunca onların varlığını taşıdım. Hep onların otelin merdivenlerindeki fotoğrafını düşündüm. Metin, yaralı olarak getirilmişti Ankara’ya, hastaneye… Son ana kadar umudumu kaybetmedim. Her gün aradım hastaneyi. Ama olmadı.” demişti hüznüne engel olamadığı incecik sesiyle… “Sonra Füsun da eski arkadaşımdı. Annen, Adviye…” Tomris Uyar’la Füsun Akatlı’yı ve gidenleri birleştiriyor kalemiyle: “İç saatınızı kurdunuz / Öyle bir yolculuk gibi sıradan / Sonsuza da olsa birer birer / İstanbul sizi bağrına çekti / Orada dirisiniz mütemadiyen.”

Son kitabında yaşamla şiirin her türlü bireysel olumsuzluğa rağmen nasıl olup da iç içe geçtğine hayret etmiştim. Özellikle “Diyaliz” şiiri bunun en somut izdüşümüydü. “Haftada üç gün diyalize gidiyorum, hemen yoruluyorum. Kullandığım ilaçlardan aklımı toparlayamıyorum. Cümleler hep yarım kalıyor” demişti. Hayatla vedalaşmış, bir bekleme odasında yaşıyordu sanki. Öyle ki, hayat şenliğine katılamıyordu. Yaşamında biriktirdiklerinin, gözlemlediklerinin bir dirim sağlayacağını da ummuyordu adeta. İç saati mi durmuştu yoksa?

Gülten Teyze, namuslu dizeleriyle yitirdiklerimizle yan yana şimdi. Ama Vicdan Teyze’miz olmaya hep devam edecek.