Günümüz insanının yaşadığı hız yanılsaması, pandemiyle birlikte yaşanan izolasyonla kesintiye uğradı. Dijital teknoloji, sosyal medya ve görüntülü iletişim aracılığıyla izolasyonu sona erdirecek bir araç gibi algılandı önceleri, ama görüldü ki pandemiden önce de tecrit koşullarında yaşayan tüketim toplumu insanının yalnızlığını daha bir görünür kıldı süreç. Ekranda parça parça ve yan yana görünen, farklı mekânlardaki insanların, birbirlerine ve kendilerine bakabildiği bir yalnızlık. Görüntülü konuşmada, kişi hem karşısındakini, hem de kendisini görebiliyor ve o an başkalarına nasıl göründüğü daha bir önemli oluyor. Dijital teknoloji, izolasyona ve yalnızlığa bir çare olamadı, onu bütünüyle çıplak bir biçimde ortaya çıkardı sadece. Yüz yüzeyken kelimeler bedenlerden çıkan kanlı canlı bir şeyken, izolasyonla birlikte dijital kodlara dönüşerek canlılığını yitirdi sanki.

İzolasyon, ilk başlarda kişinin kendi mahremiyetini ve içsel benliğini keşfettiği bir olanak gibi algılanmıştı pek çok kişi tarafından, ama şimdi sanki azar azar o benliğin ışığını söndüren bir etkiyi gözlemliyoruz; çünkü çok uzadı. Bebeklikten bu yana en önemli duygusal iletişim aracı olan dokunma da yasaklanınca… Kışla birlikte güneşin geri çekilmesi, belirsizliklerle dolu siyasi ve ekonomik durumlar, distopik havayı sanki daha da ağırlaştırdı. Bu süreçten sadece biyolojik açıdan değil, ruhsal açıdan da sağ salim çıkabilmenin yollarını bulmamız gerek.

Winnicott’tan bu yana biliyoruz ki, zihin dediğimiz şey bebekte, yoklukta, bedenin ihtiyaçları ve ölüm gerçeğinin belirmesiyle ortaya çıkar. Bedensel canlılığımız, var olmaya devam edişimiz kesintiye uğradığında, bir engelle karşılaştığında kendimizi korumak için zihne ihtiyaç duyar ve bebeklik döneminde onu yaratmaya başlarız. Bu viral saldırı ve inkâr ettiğimiz ya da bastırdığımız ölüm gerçeği hayatın içine bu denli sokulduktan sonra, zihinsel bir dönüşüm kaçınılmaz. Bu dönüşüm olmadan içsel benliğimizi canlı tutamayız.

Pandemiyi, üçüncü dünya savaşı olarak tanımlayan pek çok yazı okuyorum bu ara. Dünya bir savaşta. Bu savaşın özelliği, düşmanın görünmez ve güçlerinin tam keşfedilmemiş oluşu. Ama bu savaşın bir yandan içsel bir boyutu var. Aslında içsel yalnızlığımızın ve yalnız kalabilme kapasitemizin nasıl zayıflamış olduğuna tanık olunca, kendimizle ilişkinin diğer bütün canlılar ve doğayla ilişkimizden ayrı düşünülemeyeceğini anlamış olduk. Bizi güçsüz düşüren virüs değildi, bizi virüse karşı dayanıksız bırakan yanılsamalarla dolu uygarlığımızdı. Etik, siyasi, kültürel ve ekonomik varlığımızın nasıl bir kriz içinde olduğunu gördük, bağışıklığın sadece biyolojik ve psikolojik boyutlarla açıklanamayacağını…

Örneğin yaşlıların toplum içindeki o görünmez, görmezden gelinen hâli ortaya çıktı. Onları evlere hapsedilen, huzurevlerinde kaderlerine terk edilen hâli, bize yeniden bir toplum nasıl birlikte yaşar sorusunu sordurtabilmeli. Geleneksel değerlerin kusurları ve sorunları olsa da, tüketim toplumunun getirdiği yeni değerlerin çok daha sorunlu olduğu, insanları fayda ölçütüne göre sınıflayıp sınırlandırdığı, yaşlılara reva görülen tutumlarla iyice açığa çıktı. Kurumların birer hayal kırıklığına dönüşmesi ve işlevsizliğinin ortaya çıkması da başka bir yüzleşme alanı açtı. Neoliberalizm ve aşırı küreselleşmenin dijital teknolojiyle birlikte insanı ve toplumu bir arada tutan bağları nasıl tahrip ettiğini, nasıl yalnızlaştırdığını görebilmemiz gerek. Bu üçüncü dünya savaşından sonra, bir şeylerin eskisi gibi olmayacağı kesin, olumlu ya da olumsuz… Dünyayı saran bu kasvetli ve distopik havaya rağmen, umudu korumak gerek…