Gündelik hayatımızı doğrudan etkileyen virüs kaynaklı salgınlar da dahil afetlerin toplumsal, kültürel ve siyasal etkileri üzerine tartışmalar giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geliyor. Bu da virüs, afetler ve devletler ilişkisine daha özel noktalardan bakmamızı gerekli kılıyor.

Literatürde afetler doğal ve insan eliyle olmak üzere iki grupta tasnif edilir. Koronavirüs, en azından mutabık görünen haliyle ilk gruptaki bazı afetlerin yapıcı gücüdür. Geçtiğimiz yüzyılda çok örnekleri olan ikinci gruptaki afetler ise modern/milliyetçi kitlesel kırımlardır. O kadar ki 20. yüzyılda dünyada 193 milyon kişi, insan eliyle yok edilmiştir ve bu sayıya hiç bir büyük salgın henüz erişememiştir.

İlginç olan insan eliyle gerçekleşen kitlesel imha ile Covid-19 gibi yaygın ölümlere yol açan salgınların ortak sözcüğünün virüs olmasıdır. Irkçı-milliyetçilik de Hitler’in de 1942’de Yahudi virüsü’nden söz etmesi gibi bu “meşrulaştırıcı” literatürü kullanmıştı.

Koronavirüsün önemli bir özelliği bir küresel dönem salgını olmasıdır. Demektir ki yayılım hızı güçlüdür. Vuhan’dan Brezilya’ya birkaç hafta içinde bütün dünyayı etkilemesi bunu gösterir. Salgına karşı mücadelenin küresel mi, ulusal mı olacağına dair kafa karışıklığının da hem bu hızla hem de ulusal kurumlar ve sınırların kifayetsizliğiyle ilgisi vardır.

Gerçekten de pandemi sürecinde devletlerin izlediği politikalar ve kendi aralarında kurdukları ilişkiler modern dünyada devletlerin oturduğu eksenin kaymakta olduğunu gösteriyor. Virüs ile oluşan korku ikliminin beslediği bu yeni eksende ana gerilim otoriterlik ile ekonomik-toplumsal krizi aşmayı hedefleyen kamucu-demokratik eğilimler arasında olacaktır.

Türkiye bütün diğer devletler gibi bu kritik kavşaktadır.

Temel açıkları-yetersizlikleri pandemi sayesinde ortaya çıkan Türkiye, sistemini yapılandırma arayışıyla yüz yüzedir. Çünkü toplumsal izolasyona rağmen iktisadi sürekliliği sağlayabilecek ölçüde ekonomik kaynaklara sahip değildir. Dolayısıyla sosyal-siyasal gerilimlerle yüz yüzedir. Bu yeni durumda hem genel eğilime uygun otoriterliğin hem de sosyal devleti arayan kamucu-demokratik eğilimlerin dinamiklerini içeriyor. Dolayısıyla iki ihtimal de gündemdedir.

Türkiye sosyolojisinin, bu iki eğilimi ortadan kesen kendine özgü nitelikleri bulunuyor. Mesela hayırseverlik böyledir ki bu süreçte iktisadi ve sosyal gerilimleri aşabilmenin en önemli aracı işlevi görmüştür. Hayırseverleri harekete geçiren yerel yöneticiler sürecin en başarılı politik aktörleri olarak kabul edilmiş; hatta devleti yönetenlerin zorunlu görevleri bile hayırseverlik pratikleri olarak algılanmıştır. Milliyetçilik de (Biz Bize Yeteriz’de olduğu gibi) bu dönemde ağır ekonomik-toplumsal ihtiyaçları aşmak için başvurulan araçlardan biri olarak bir ölçüde işlev görmüştür kuşkusuz.

Yine de iktisadi kriz ve açmazların üstesinden gelme çabasında bunların etkisi görece zayıf olmuş; Türkiye, 1 Haziran’dan itibaren iktisaden sürdürülmesi mümkün olmayan izolasyonun yeni biçimi demek olan yeni normali inşa etmek zorunda kalmıştır. Yani izolasyon yine var ama gündelik faal hayatın içinde kurulmak kaydıyla. Ancak bu karar da yeni bazı gerilimlere yol açmış görünüyor. Çünkü milyonların yaşadığı şehirlerde sosyal izolasyon, teknik olarak zor olduğu gibi virüs korkusu sarmalında faal iktisadi hayatın kuruluşu da kolay değildir. Ayrıca insanların yüzyıllar içerisinde inşa ettiği yaşam tarzlarının politik karar ve tavsiyelerle hızlıca değiştirebilmesi de sanıldığı kadar kolay değildir.

Böyle olduğu için hem virüse hem de iktisadi yeni krizlere dair toplumsal korkular yaşamaya devam etmektedir.

Kanaatime göre Toplum Bilimleri tam bu noktada ciddi bir toplumsal ihtiyaç olarak kendini hissettiriyor. Ancak afetlerin yıkıcı etkileri karşısında toplumu teskin etmek veya yol göstermek için değil, tüm toplumsal kesimlerin geleceğine dair güvenceler içeren kamucu-demokratik bir siyasal ortamın olanaklarını analiz etmek ve politika yapıcılar da dahil tüm topluma sunabilmek için. Haftaya Toplum Bilimleri Kurulu’nun işlevleri üzerinden devam etmek ümidiyle.