Tüm sorunların seçimlerde çözüleceğini söylemek, hesaplaşmak yerine çözümü belirsiz bir geleceğe ya da seçimlere ertelemek, toplumun tüm hücrelerine sızmaya çalışan, yalnızca tıbbi değil siyasi mutasyonla güçlenmiş virüsü, hayatı felç edecek baş edilmez bir belaya dönüştürüyor. “Bela geliyorum demez” diye bir söz vardır, ama bu kez gizlemiyor kendini...

Virüsün politik mutasyonu...

Gazete Duvar’da Cem Erciyes yazdı; “Türümüzün sonunu ne nükleer savaş, ne o, ne bu… yoksa aşı savaşları mı getirecek? Salgın başladığında aklı başında olan herkes dayanışmadan söz etmişti. Ama ulus devletleri yönetenler bu konuda o kadar isteksiz davrandı ki, sonuçta icat edilen aşılar insanlığın hizmetine sunulmuş olmadı. Daha da kötüsü gerçekleşti ve herkes kendi aşısını yapıp kendi milletini korumak için bir rekabete girişti. Bizim gibi ülkeler için biraz umutsuz bir rekabet bu, ama yine de çaresiz çabalamaya devam ediyoruz.” Erciyes’in bundan sonraki satırlarını ironi olarak okudum: “Harıl harıl bilim insanlarımız çalışıyor, eğer burun spreyi şeklindeki aşıyı bulursak, hem milletimizi kurtarırız, hem uluslararası aşı piyasasında sıkı bir üstünlük elde eder para kazanırız.” (29 Mart 2021) Şu piyasa, kâr işine girmeyelim ama felaketin uluslararası boyutu daha iyi nasıl anlatılabilir bilmiyorum,

Erciyes yazısında son yıllarda adını sık duyduğumuz iktisatçı Daron Acemoğlu’ndan da bir alıntı yapmış, onu da aktaralım tamam olsun: “En geç 2020 yazının başından itibaren açıklığa kavuşan bir gerçek var. Eldeki etkin aşılara karşın tüm dünya nüfusu sürü bağışıklığı kazanana, yani enfeksiyon riski taşıyan insanların sayısı hastalığın yayılmasına imkân vermeyecek kadar azalana dek Covid-19 durdurulamayacak. Herhangi bir ülkenin bu noktaya kendi başına varması mümkün değil.” Epeyce karamsar ama gerçekçi satırlar bunlar. Erciyes ulus devletlerin milliyetçi bencilliğinden, -ben küresel sömürü mekanizması, emperyalist sömürünün hırçın ve bencil “modernizmi” derdim- söz ederken, Acemoğlu sürü bağışıklığından başka çıkar yol yoktur diyor; umudumuzu yok etmese bile, şair İsmet Özel’in başka bir bağlamda umut olsun diye yazdığı “ölüyoruz demek ki yaşanacak” dizelerini tersten okutuyor bize sanki.

SAĞALTMANIN ÖNÜNDEKİ ENGEL

Ama doğru söze ne denir, pandemi sınır tanımıyor; bu toz zerresinden de küçük virüse karşı sınırlar kapatılamıyor. Bu gerçeği tüm ülkelerde çıkarcı sistemin ağababalarına, tekel patronlarına anlayacakları dilde anlatmak gerekmez mi? Kolay olmadığını biliyoruz; kapitalizmle, onun bencil, çıkarcı, kendi geleceğini bile bugünün kârına feda edebilecek ahlaksızlığıyla, kötücüllüğü ile mücadele etmek özellikle de o ülkelerde gerçekten çok zor.

“Ulus devletler” diye genellense bile aslında aşı üreten devletler - şirketlerle, bu konumdan epeyce uzak olan “ulus” devletleri Erciyes’in ve Acemoğlu’nun yaptığı gibi ayırmakta yarar var. Zengin, küresel politikalara hâkim devletlerin, ulus-ötesi şirketlerin ürettikleri aşıları paylaşma konusundaki pintiliklerinin, giriştikleri yıkıcı rekabetin şaşılacak bir yanı yoktur. Yüzbinlerce cana mal olan pandeminin yarattığı büyük piyasaların insanı görmeyen kâr odaklı mekanik işleyişi, küresel siyaset önderlerinin rehberliğinde yoksullarla zenginler arasındaki açıyı her gün biraz daha genişletti. Peki, ama biz bu kiri pası, kötülüğü hiç bir reklam sabunuyla temizlenemeyecek sisteme neden itiraz etmiyor, küreselleşme derken kapitalizmi, ulus devletler derken sınıfları neden unutuyoruz ki?

Bu sorunun yanıtını arıyorsanız, devletlerin, ulus ötesi tekellerin, ilaç şirketlerinin birbiriyle rekabetinden başlamak iyidir ama bizi sınıf körü yapma tehlikesi taşır. Küreselleşmenin kurallarına boyun eğmek durumunda kalanlar ile zengin Batı’nın, güçlü Doğu’nun ve Kuzey’in insanı hiçe sayan tutumlarını görmek ancak dünyanın her yerinde sınıfları unutmamakla anlaşılabiliyor. Bu ülkelerde pandemi ile mücadeleyi yöneten siyasetçiler yoksulları kurtarılacaklar sırasına yazmadı. Örnek olsun; ABD’de en çok kurban veren Harlem oldu, Fransa’da yaşlı yurtları hızla boşaldı, İngiltere sürü yöntemini yani ölümleri seçti, Latin Amerika Küba hariç yığınsal kıyım yaşadı. Hemen her yerde yoksullar, yaşlılar, çok kayıp verdi; bizler evlere kapanarak kurtulduk, eğer kurtulduksa; çalışanlar burada da feda edilebilecekler listelerinin ilk sıralarında yer aldılar. Yani aşılar yalnızca yoksul devletlerden değil, gerçekte öncelikle ve özellikle o ülkelerin yoksullarından esirgendi. Kitlesel ölümlerin ilk başlarda fazla ciddiye alınmamasının nedeni budur. Kırım ve kıyım büyük olmuş, hiç kimse de bu durumu utanılacak bir şey olarak görmemiştir.

AŞI SAVAŞLARINDA YOKSULLAR EZİLİR

Bizim de içinde yer aldığımız, küresel sistemin periferisinde yer alan devletler inkar edilemez bağımlılık ilişkileri içinde tutunmaya, rekabete dâhil olmaya çabalıyorlar. Erciyes’in dediği gibi “bizim gibi ülkeler için biraz umutsuz bir rekabet bu, ama yine de çaresiz çabalamaya devam ediyoruz.” “Ulus devletlerin” çaresizliğini, tekeller ve ülkeler arası rekabeti anlatırken, faturanın alttaki sınıflara, yoksullara nasıl ciro edildiğini görmekle başlamak daha doğru olmaz mı? Sistemin, sömürüye dayalı yapısına evet demeyecek, durumu normal karşılamayacaksak, değerlendirmeye buradan başlamak, önce sınıfların durumuna bakmak, sonra ulusun öteki zengin uluslar karşısındaki hal-i pür melâline göz atmak daha açıklayıcı değil midir?

Tersi, bizdeki vahşi sistemi gözümüzün önünden uzaklaştırıyor; öfkeyi ihraç ediyor. Aşı savaşı önce burada bu topraklarda bilincimize kazınmalı; aydınlar, bulaşının ortasında çalışmaya zorlanan işçilerin, sağlıkçıların, yoksulların, daha kısa bir süre önce “müşteriyi kaçırıyorlar, işimizi engelliyorlar” diye gösteri yapan gençlere öfkelenmiş, saldırmış olsalar da şimdi yoksulluğun kıyısına gelmiş esnafın, önemli kesimi iktidarın oy deposu olmuş perişan çiftçinin yanında yer almalı; önceliği bu durumun açıklanmasına vermelidirler. Küresel sistemin ağababalarının, ilaç tekellerinin karşısına çıkabilmenin yolunun bu gerçeği bilmekten, bildirmekten, siyaseti yeniden biçimlendirmekten geçtiğini düşünüyorum naçizane.

Felaketten kurtulmanın yolu, aşıların gereksinimlere uygun yöntemlerle dağıtılmasından; turizm gelirlerinden vazgeçmemek, üretimi aksatmamak, tarikatlara teslim olmak gibi bulaşı kontrolden çıkaracak politikalar yerine, halkın sağlığını, ülkenin geleceğini güvence altına alacak yöntemlere ağırlık vermekten geçiyor. Bunun çok zor bir iş olduğunu yönetim kademelerinde her geçen gün biraz daha açığa çıkan yozlaşmanın da büyük bir engel oluşturduğunu biliyoruz. Yine de salgınla mücadelenin önündeki engeller bunlardır. Bu nedenle pandemiyle savaş bir sağlık sorunu olmaktan çıktı, baştan sona siyasi bir sorun haline geldi. İlle de gözle görünür bir kanıt istiyorsanız, iktidar partisinin kongrelerine bakabilirsiniz. Oralarda siyasi çıkarın kutsandığını, insanın feda edildiğini göreceksiniz.

***

Zor durumda olduğumuzu artık itiraf edelim. Ekonomi içinden çıkılmaz, her gün acı bir şekilde hissettiğimiz bir krizin içindedir; siyaset imkânsızı oynuyor; yozlaşma metastaz yapmış kanser hücresi gibi yayılıyor. Salgın, bir sağlık sorunu olmaktan çıktı; kirli bir siyasete dönüştü; siyaset, salgınla sistemin umursamazlığıyla, yalnızca kâr ve kendini koruma güdüsüyle, savaşırmış gibi yapıyor. Türkiye, eğer salgını siyasetin dışına çıkarmak istiyorsa, yoksulların çalışanların bakış açısıyla çare aramak, kapitalizmin kısa vadeli kâr amaçlı yöntemlerine her adımda karşı çıkmak zorundadır.

Tüm sorunların seçimlerde çözüleceğini söylemek, hesaplaşmak yerine çözümü belirsiz bir geleceğe ya da seçimlere ertelemek, toplumun tüm hücrelerine sızmaya çalışan, yalnızca tıbbi değil siyasi mutasyonla güçlenmiş virüsü, hayatı felç edecek baş edilmez bir belaya dönüştürüyor.

“Bela geliyorum demez” diye bir söz vardır, ama bu kez gizlemiyor kendini...