Başlığı görünce, CHP’nin “İkinci Yüzyıl Vizyonu”ndan söz edeceğimi anladınız. Belki biraz da 6’lı Masa’nın anayasa taslağından… “Ya İzmir’in çobanları?” O da ne?

Ona geleceğim ve asıl üzerinde duracağım da o. Cumartesi günü iktidar medyasının hiç görmediği, muhalif kanalların da CHP toplantılarını televizyonun içine girerek izleyen anamı bile ekrandan uzaklaştıracak uzunlukta verdiği toplantıyı kimileri gibi tiye alacak değilim.

Pazar günü Hayri Kozanoğlu’nun değerlendirmesini, dün de Güven Gürkan Öztan’la Melih Pekdemir’in yazdıklarını okuduysanız, “arkadaşlara katılıyorum” deyip, Hayri Hoca’nın son cümlesiyle bu bahsi kapatayım: “Önerilen programın yeterince kamucu, eşitlikçi, bağımsızlıkçı olmadığı eleştirilerini yöneltmek olanaklı. Öyle bir programı halkın önüne koymak; sol, sosyalist bir vizyon belgesini sunmak da bizim görevimiz olmalı.

Şimdi İzmir’in çobanlarına gelirken yazının ana fikrini yazayım: En genel anlamda siyaset, ve illa da sol ve devrimci siyaset öncelikle bir hikaye yaratmak ve o hikayeyi anlatmaktır!

Vizyon (asla küçümsemiyorum, mutlaka olmalı ve bir başka dünya hayalimiz de bizim vizyonumuzdur) ve o vizyonu anlatırken gelecek zaman kipiyle “-cek”li “-cak”lı konuşmalar asla yaratılmış bir başarı hikâyesinin gücüne sahip olamaz.

1977’de Devrimci Yol adını alan hareketin 2-3 yıl gibi eşi görülmemiş kısalıkta bir sürede ülkenin en kitlesel hareketi olabilmesinin bir sırrı da, Fatsa gibi “hikâye”ler yaratabilmesinde ve internet çağının kapısı aralanmamışken onu ülkenin her yerinde büyük bir beceriyle anlatabilmesindedir.

CHP’liler, madem dünyanın bir ucundan sanırım parasını da ödeyerek danışman dinliyorlar, ben de bir öneride bulunayım: Vizyon anlatılarını mutlaka bu topraklarda geliştirdikleri somut çözüm ve başarı öyküleriyle bezesinler. Kampanyalarını asıl onlara dayandırsınlar.

Yönetiminde 3 yılı devirdikleri belediyelerde, misal Fındıklı’da, Adana’da, İzmir’de (hepsini sayamamam kasıt değil yer darlığı) yaratılan başarı öyküleri vardır ve onlar inanın Jeremy Rifkin’in anlattıklarından çok daha ilgi çekici ve ikna edicidir!

Dahası; iklim krizini, karbon salımını, Türkiye’nin en az yağmur düşen Akdeniz havzasında kuraklık felaketinin göbeğinde oturduğunu bize anlatan Rifkin de, bizden “İzmir’in çobanları”nı dinlese, onu kavramlaştırıp dünyanın başka yerlerine çözüm olarak sunar!

Çobanlarla, hayvancılık yapan köylülerle, et ve süt üreticileriyle yaptığım röportajları belki anımsarsınız. İzmir’in çobanlarını o günlerde “çoban haritasını çıkardık” diyen Belediye Başkanı Tunç Soyer’den dinlemiş ve müthiş heyecanlanmıştım:

30 ilçemizde toplam 4 bin 658 çoban olduğunu belirledik. Ağıl ağıl, çoban çoban dolaştık; İzmir’de merada otlayan yaklaşık 142 bin keçi, 384 bin koyun, 16 bin karasığır olmak üzere toplamda 542 bin 794 mera hayvanı olduğunu saptadık. Silajlık mısır yerine, su istemeyen, yerli yem bitkileri ile hayvancılık yapan üreticileri belirledik. O çobanların ürettiği sütleri biz neredeyse iki kat bedelle satın alıyoruz. Bu sağlıklı sütleri, belediyemizin kurduğu süt fabrikasında işliyoruz. Bu ürünleri yoksul mahallelere ulaştırarak, köyün kalkındığı, yoksulun karnının doyduğu, suyumuzun ve topraklarımızın korunduğu bir yapı kuruyoruz.

İzmir’in çobanları hikâyesinde üretime ve yoksulluğa olduğu kadar karbon salımına, kuraklığa da bir cevap var.

İzmir’in çobanları” gibi hikâyelerinizi toplayın, kampanyanızı ve vizyonunuzu bu hikâyelerle bezeyin ve 3-4 saatlik bir TV yayını daha olursa asıl bunları anlatın.

Bir Rifkin değilim ve bedava konuşuyorum, ama inanın bu hikayelerin dinleyicisi de etkisi de daha büyük olur!