Schlöndorff, pratikten yetişme bir sinemacı. Daha ilk gençliğinde Fransa’da filmlerde çalışma imkânı buluyor ve sinemanın tekniğine hâkim oluyor. Diğer taraftan yaratıcı yönünü yazarken kullanmıyor, filmografisinde hemen her film bir uyarlamadır

Volker Schlöndorff’la buluşma

Yusuf Güven - Yeni Film Dergisi Sinema Yazarı

Bu yıl 36. düzenlenen İstanbul Film Festivali’ne, kişisel tarihi modern Alman sinemasının tarihi ile koşut bir sinemacı olan, Volker Schlöndorff son filmi Unutulmayan Aşk (Rückkehr Nach Montauk - Return To Montauk) ile konuk olarak katıldı.

Böylesine yalnızlaştığımız bir dönemde Schlöndorff gibi sinemacıların hâlâ İstanbul Film Festivali’ne geliyor olması, dayanışma duygularını göstermesi gerçekten moral verici. Schlöndorff’u hem filminin gösteriminden sonra yaptığı soru-cevap sohbetinde hem de Göthe Enstitüsü’nün festival konukları için verdiği davette dinlediğimizde mesajlarının da bu yönde olduğunu gördük: Özgürlüklere, baskıcı rejimlerin nihayetinde kaybettiğine ve hatırlanmadıklarına vurgu yaptı.

Diğer yandan bu yıl festivalin sloganı #kaldırkafanı; tanıtım filminden bunun “kafanı internetten, sosyal medyadan kaldır da filme git” anlamında kullanıldığı görülmekle birlikte “bu kadar umutsuz olma, her şeye rağmen devam et, hayata sahip çık” anlamlarına da geldiğini hepimiz biliyoruz. Bu sloganın çok yerinde olduğunu ama yerini bulmadığını Volker Schlöndorff ile söyleşi yapmak istediğimizde anladık. Bu kadar üst düzey bir sinemacı ile söyleşi yapmak isteyen pek çıkmamıştı ki bize rahat rahat randevu verdi ve bir saate yakın konuştuk. Geçmiş yıllarda festivalin ana konuklarıyla bizim gibi sıradan ölümlülerin konuşması, görüşmesi öyle pek mümkün olmuyordu. Örneğin Theo Angelopoulos’un gelişini hatırlıyorum, bize en son sırada, sadece 10 dakika süre vermişlerdi. Ancak Angelopoulos, televizyoncuların sıkıcı ve sıradan sorularından sonra nihayet konuşmaya değer birileri olduğunu görünce festival direktörüne bırakın çocuklar birkaç soru daha sorsun demişti.

Volker Schlöndorff’un rahat takvimi, gittikçe içimize kapandığımızın, kendimize odaklandığımızın ve gerçekten kafayı kaldırıp etrafa bakmamız, bizimle dayanışma içinde olan insanlara en içten karşılıkla yanıt vermemiz gerektiğini düşündürttü.
1939 yılında doğan Volker Schlöndorff, Genç Alman Sineması olarak adlandırılan sinemacıların içinde yer alıyor. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesi ile birlikte ikiye bölünen Almanya’nın batı tarafına Amerikalılar çörekleniyor. Hem Schlöndorff’un kuşağı hem de onların ardından gelen kuşakta büyük bir Amerikan hayranlığı var. Bu durumun savaş sonrası Batı Almanya’ya gelen Amerikan filmleri yüzünden mi olduğunu sorduğumuzda farklı bir yanıtla karşılaşıyoruz:

“Amerika’da büyüdüğümü söyleyebilirim. Milyon tane Amerikan askeri aileleri ile birlikte Almanya’ya geldiğinde ben altı yaşındaydım. Yaşadığım küçük kasabada çok az ev, çok sayıda otel vardı. Kışları ölüydü, insanlar yazın ormanda yürüyüş yapmak, sularından içmek için gelirlerdi. Bu küçük kasabanın hiçbir stratejik kıymeti yoktu, savaş sırasında bombalanmamıştı bile ama Amerikalılar bu otellere yerleştiler. 6. yaş günümden bir hafta sonra Amerikalı askerler akın etmişti. Sadece bize çikolata veren sempatik Afro-Amerikalılar değil kısa sürede hepsine sempati duymaya başladık. Çünkü bizden önceki kuşağı yenmişlerdi. Bir anlamda bizim doğal müttefiklerimizdi. Büyükler, sakız çiğnenen, kola içilen, rahat takılmayı şiar edinen, ciple giderken kolların dışarı sarkıtıldığı, güzel bir genç kız görünce caddenin karşısından bağırılan bu yabancı kültürü neredeyse hiç anlamıyorlardı. Biz ise onların en heyecan verici arabalara ve eşyaya sahip olmalarının yanında fantastik insanlar olduğunu düşünüyorduk. Ben o yaz İngilizce konuşmaya başladım. Çünkü askerlerle alışveriş yapıyorduk.

Biz onlardan içki alıyor ve karşılığında ihtiyaç duydukları bazı şeyleri satıyorduk. Neredeyse sadece dönemle ilgili bir kitap yazdım, filmini de yapmalıyım: Küçük Volker’in amerikanlaştırılması… John Boorman filmine benziyor biraz.

Her şeye meraklıydık. Oğlanlar kulübü kurdular. Orada beysbol oynamayı öğrendik. Biraz daha büyüdüğümde kitaplar vb. almak için 'America house'a gittim. Hepimiz istisnasız Amerika’ya gitmek istiyorduk. Filmlerle ilgili değildi bu, tek bir film bile izlememiştim daha. Fakat tabi kitaplara ilgi duyuyordum. 24 saat yayın yapan Amerikan kuvvetlerinin radyosu vardı. Sürekli Amerikan müziği dinliyorduk. İngilizce öğrendiğimiz talk şovlar vardı.

Film izlemeye 14 yaşımdan sonra başladım ve ilk izlediklerim westernler ve film noir tarzı gangster filmleriydi. Hepsi Amerikan tarzı bir yaşamın parçalarıydı. Küçük Amerikalılar olmak istiyorduk. Küçük kardeşim Amerika’ya göç etti. Çocukları Amerikalı tabii. Annem savaşta öldü ama onun kız kardeşi de Kanada’ya gitti. Amerikan kültürünün etkileri...”

Oysa Volker Schlöndorff Amerika’ya gidemiyor. Tam aksine Fransa’ya gidiyor ve ünlü sinema okulu IDHEC’te okuduktan sonra yönetmen asistanı olarak Louis Malle, Alain Resnais ve Jean-Pierre Melville gibi zamanın ünlü Fransız yönetmenleriyle birlikte çalışıyor. Hâlâ Amerika’yı düşlerken Fransız arkadaşları onu Almanya’ya gitmesi ve kendi ülkesi ile ilgili filmler yapması konusunda cesaretlendiriyor.

Savaş sonrası tüm Avrupa ülke sinemaları Hollywood’a karşı korumacı tedbirler alırken savaşın mağlubu Batı Almanya bundan yoksun bırakılıyor. Büyük Hollywood tekelleri bir yandan ellerinde birikmiş filmleri ucuza gösterme imkânı bulurken diğer yandan hasılatlarını rahatlıkla ABD’ye transfer ediyorlar. Alman sinemacılar için hareket alanı ve film yapma imkanı kalmıyor. İşte bu şartlarda, daha Schlöndorff Almanya’ya geri dönmemişken 1962’de başını Alexander Kluge’nin çektiği 26 sinemacı Oberhausen Manifestosu'nu yayımlıyor ve gerekli desteği gördükleri takdirde yeni Alman sinemasını kuracaklarını iddia ediyorlar. Oberhausen’den sonra Genç Alman Sineması Kurulu (Kurutorium Juger Deutscher Film) adı ile bir fon kuruluyor ve Alman sinemacılar desteklenmeye başlıyor. Schlöndorff Almanya’ya döndüğünde, hâlâ dostluğunu sürdürdüğü, Alexander Kluge ile tanışıyor ve ilk uzun metrajlı filmi Genç Törless’i bu ortamda çekiyor.

Uzun kariyeri boyunca çok önemli filmler yaptı. Michael Kohlhaas, Diplomasi, Rita’nın Kimlikleri, Grev, Dokuzuncu Gün, Baal, Satıcının Ölümü, Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru, Swann’ın Aşkı, Homo Faber ve Teneke Trampet ilk akla gelenlerden. Günther Grass’ın romanından uyarlanan Teneke Trampet bir başyapıt olarak kabul görmüştü. Teneke Trampet Türkiye solu için de ayrı bir yerde durur. 80’li yıllarda ve 90’ların başında hemen her sinema etkiliğinde gösterilen sekiz on filmden biriydi Teneke Trampet.

36. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen son filmi Unutulmayan Aşk (Rückkehr Nach Montauk - Return To Montauk) ile çok sevdiği bir yazar ve arkadaşı olan Max Frish’in anlatısına, 25 yıl önce çektiği Homo Faber’den sonra tekrar geri dönüyor. İki filmin karakteri de bencil, kendini düşünen erkekler. Fakat Homo Faber bir trajedi iken Unutulmayan Aşk’ın Max’i kendini aptal yerine düşürdüğü için ikincisi komedi oluyor. Daha mikro düzeyde, sizin sinemanız açısından ele aldığımızda tarihin bir kez daha ilkinde trajedi ikincisinde de komedi olarak tekerrür ettiğini söyleyebilir miyiz diye soruyoruz:
“Homo Faber, Max Frisch’in aynı adlı kitabından çekilmişti. Frisch her zaman kitaplarında otoportresini ele almıştır, hep kendi hakkında yazar. Bu film ise yazarın Montauk adlı kitabından esinlenmekle birlikte, Colm Tóibín ve benim özgün bir senaryomuzdur. Montauk da tamamen otobiyografiktir ve birlikte yaşadığı Alman şair Ingeboch Bachmann’la olan ilişkisini anlatır. Daha sonra ilişkileri çok zorlaşır, çünkü Ingeboch da aynı zamanda bir yazardır. Biz Frisch’in hikayesini yapmak istemedik, bu onun hikayesiydi. Fakat aynı kalıbı kullanabileceğimizi düşündük. Birisi, kitabını tanıtmak üzere, 5 günlüğüne New York’a gidiyor. Elinizde şahane bir çerçeve var, geliş ve gidişle kısıtlanmış, filmin sonunun nasıl olacağı ile ilgili bir endişeye yer yok.

Kısmen, bana ve de senaryoyu birlikte yazdığımız Colm Tóibín’e ait otobiyografik unsurlardan esinlenmiş böylesine bir aşk üçgenini anlattık. Örneğin filmin sonunda Rebacca’nın (Nina Hoss) kendi başına gelenleri, Max’ten (Stellan Skarsgård) ayrıldığında neler olduğunu anlattığı uzun monolog –aslında daha da uzundu- Colm’den geliyor. Bir anlamda ben de Rebecca’yı 30 yıl önce tanıdım ve 15 yıl önce tekrar gördüm. Onunla Max arasındaki zorlu ilişki de benim hikayemden geliyordu. Sonuçta bu bir kurgu. Fakat kurgu da olsa, Henry James’in söylediği gibi iyi bir roman yaşanmışlıklardan, deneyimlerden alınmalıdır.

Komedi olmasını çok isterdim ama trajikomik bir hikayeye dönüştü. Çünkü her şeyin boşuna olduğunun farkındaydım. Bir yandan duygulardan dolayı acı çekiyorsunuz ama etrafınızdaki dünyanın haline baktığınızda duyguların ne kadar önemsiz kaldığını görüyorsunuz. Ama hayatımız böyle. Mizah anlayışı gelişmiş Stellan Skarsgård, karakterin aptallığını yüzüne vurmak için çok istekliydi. Çünkü o da bunun kendi hikâyesi olduğunu düşünüyordu. Gördüğünüz gibi filmde çalışan herkes filmin kendisini anlattığını düşünüyordu!

Tabii seyircinin de kendi deneyimleri var. Bunların hiçbirinin Max Frisch’le ilgisi yok, belki samimi öz olabilir. Fakat Max Frisch, samimiyeti konusunda çok ciddidir. Bense “hüzünlü samimiyet” kavramını tercih ediyorum. Çünkü samimiyet her zaman hüzünlüdür.”

Schlöndorff, pratikten yetişme bir sinemacı. Daha ilk gençliğinde Fransa’da filmlerde çalışma imkânı buluyor ve sinemanın tekniğine hâkim oluyor. Diğer taraftan yaratıcı yönünü yazarken kullanmıyor, filmografisinde hemen hemen her film bir uyarlamadır. Bu açıdan bakıldığında Unutulmayan Aşk’ın senaryosu da yönetmenin özgün bir çalışması olduğu ve yönetmenin kendi deneyimini içerdiği için diğerlerinden ayrılıyor.