Volvo kamyonlar üzerinden bir soru: Biz Doppler’i niye sevdik?

ŞAFAK BABA PALA

Okur Doppler’le Türkiye’de 2016 yılında tanıştı. Ormanda geçirdiği bir bisiklet kazasıyla bütün hayatı değişen Doppler’in hikâyesi sürükleyici geldi bizlere. Oslo’da yaşayan, başarılı bir iş insanı, eş ve baba olan Doppler, ormanın içinde boylu boyunca yattığında, hayatı boyunca hiç bu kadar rahat ve keyifli olmadığını duyumsadı. İsmiyle müsemma bu ilk kitap, Doppler’in yeni yaşamını anlatıyordu. Türkçe’ye 2018 yılında çevrilen Bildiğimiz Dünyanın Sonu kitabındaysa ormandan tekrar Oslo’ya ve evine dönüş maceralarını okuduk Doppler’in. Romanın bir kısmı da Danimarka’da, Kopenhag’da geçiyordu. Aslında Erlend Loe’nun bu iki roman arasında yazdığı Volvo Kamyonlar adında bir romanı daha vardı. Ben, Türkçeye bu seri kitapların neden ikincisi değil de üçüncüsü daha önce çevrildi, bu bir satış stratejisi miydi, yoksa telifle ilgili sorunlar mı vardı, diye düşünürken; üç kitabın da çevirmeni olan Dilek Başak’la yapılan bir söyleşiye rastladım. Söyleşide Dilek Başak, “Bu üçleme aslında birbirinden bağımsız kitaplardan oluşuyor. Doppler Türkiye’de baskıya girdiğinde Bildiğimiz Dünyanın Sonu Norveç’te yayımlandı. Diğer dillerle birlikte Türkçeye çevrildi. Yazar bir söyleşisinde aynen şöyle der: ‘Bildiğimiz Dünyanın Sonu esasında Doppler’i takip eden kitaptır. Birinci kitaptaki konuyu işleyip geliştirmeye devam eder.’ Bu seçim yazarla birlikte yapıldı ve yayın kurulu da bu kararı destekledi. İkinci kitapta Doppler neredeyse bir yan karakterdir. İkinci kitap diğer iki kitaptan tamamen bağımsız okunabilir”1 demektedir. Açıkçası ben romanlar aynı kahramanın üzerinden devam ediyorsa ve zaman anlamında da akış üç kitapta sırasıyla yazılmışsa Volvo Kamyonlar’ı daha önce okumayı tercih ederdim. Her neyse sonunda üçlemenin ortanca kitabı Volvo Kamyonlar yakın zamanda okurla buluştu.

Kitabı ilk gördüğümde, hemen açıp başlangıç cümlelerini okudum. Bildiğimiz Dünyanın Sonu kitabını ilk gördüğümde de aynı eylemi yapmıştım. Bu eylemlerimin sebebi Doppler’in çarpıcı başlangıç cümleleridir. Doppler, “Babam öldü.” cümlesiyle başlar ve devam eder. “Dün bir geyik avladım.” Bu çarpıcı cümleler, Albert Camus’un Yabancı2 romanını anımsatır bizlere. Orada da roman kahramanı, “Bugün Anne öldü. Belki de dün, bilmiyorum” der. Çok net, yalın, sarsıcı gerçeklikler. Sanırım Doppler’in bizi etkilemesinin bir yönü de bu yalın anlatımı. İşte bu ilk kitaptaki sarsıcı cümleler yüzünden diğer kitaplarda da sarsıcı cümleler aradım ancak bulamadım. Dikkatli okuyunca başka bir gerçeklikle karşılaştım. Üç kitapta da canlılar, doğa başlangıç cümleleriydi. Bildiğimiz Dünyanın Sonu, “Doppler, sabahın erken saatlerinde ormanın derinliklerinden çıkageldi; eriyen kar suları gürül gürül akarak onu coşkuyla karşılıyor, ipekkuyruk kuşları çalılara tünemiş hoş bir şeyler olmasını bekliyorlardı” cümleleriyle; Volvo Kamyonlar ise “Maj Britt’in gelecekte muhabbetkuşu sahibi olması mahkeme kararıyla yasaklanmıştı” cümlesiyle başlıyordu. Üç kitaba birlikte baktığımızda net bir gerçeklik ortaya çıkıyor ki üçünde de ana ve yan kahramanlar yalnızca insanlar değil. Hayvanlar daha öncelikli olmak üzere doğa ve doğadaki canlılar adeta romanların kahramanları. Öldürülen geyik, gagalarının üzerindeki çıkıntıları kesilen muhabbetkuşları ya da hoş bir şeyler olmasını bekleyen ipekkuyruk kuşlarıyla romanları selamlıyoruz.

Zaman zaman diğer romanlardan söz etsem de bu yazının asıl konusu Volvo Kamyonlar. İlk romanda olduğu gibi bu romanda da insan yaşamındaki kırılma anları, karşılaşılan normal dışı durumlar sonucunda insanda bu durumlara karşı ya da yalnızca karşılaşılan olumsuzluklar yüzünden hayata karşı bir sorgulama seziliyor. Romanın ana karakterlerinden Maj Britt’in yaşamı Muhabbetkuşlu- Maj Britt ve Muhabbetkuşsuz- Maj Britt diye ikiye bölünüyor yazar tarafından. Muhabbet Kuşlu- Maj Britt çalışkan ve özenli bir ev kadınıyken, örneğin Volvo Kamyonlarında çalışan kocasına karşı yapılan haksızlıkları çok önemsemezken, muhabbetkuşlarıyla yaşadığı kötü olaydan sonra dünyaya farklı bir gözle bakmaya başlıyor. Ve yaşamda düzeltilmesi gereken birçok durum olduğunu düşünüyor. Kırılma sonrasında Maj Britt’teki değişimi romanda şöyle açıklıyor yazar: “(…) Maj Britt öfkeli biri oldu çıktı. Hem yerel hem de küresel bağlamda. İsveç hukuk sistemine kızgın. Devlete hiç tahammülü yok. (…) Kamyonların gelişiminde Birger’in değerli katkıları asla takdir edilmediği için Volvo Kamyonlarını suçluyor.”

Aslında adalet istiyor Maj Britt ama adaleti elde edemedikçe değişik biçimlerde isyan ediyor. Sanırım sizlere de yabancı gelmemiştir bu durum. Açıkçası ben kendimi yakın duyumsadım bu kahramana. Modern dünyada ya da o kadar büyük düşünmeyelim yaşadığımız bu ülkede karşılaştığımız haksızlıklar kimimizde Maj Britt’in isyanına benzer duygulanımlar yaşatıyor. Ve bu duygunun adı kimi zaman öfke oluyor. Yazarın Maj Britt için betimlediği, “Hem hedefe kilitli hem de yönünü şaşırmış bir öfkedir bu” tümcesi zaman zaman, yaşadığımız öfke patlaması durumunu da kapsayıcı bir tümce. Ve belki sonunda değiştiremediğimiz dünya bizim değişmemize yol açıyor.

Oldukça yaşlı bir kadın olan Maj Britt, haksızlıklarla savaşmak için bir internet sitesi kuruyor, madde kullanmaya başlıyor. Kurduğu sitede dünyanın birçok yerindeki insan hakları vb. sorunları inatla paylaşıyor.

Romandaki ikinci ana karakter, aristokrat bir aileden gelen Anton von Borring. Maj Britt’in komşusu ve aynı yaşlardalar ikisi de. von Borring aileden kalma geniş bir araziye sahip. Yaşamı boyunca zorluk çekmemiş ve çalışmamış. Bir izci ve kuş gözlemcisi. Bir özelliği de uzun yıllardır açık havada yatması. “Bazıları İsa’yı görür ve tuttuğu yolu değiştirir. von Borring bir kuş gördü” diye betimliyor onun durumunu yazar. Hayatta genel geçer dışında bir amacının olması ve bu amacın bütün yaşamını kaplaması onu renkli bir karakter yapıyor. Yaşamında onu etkileyen bir gerçeklik de onun cinsel tercihiyle ilgili. Gizli, saklı kalmış, tam olarak su yüzüne çıkamamış, geçmişte çok kısa bir zaman yaşanmış bir aşk hikâyesinde bir anı olarak kalmış, o dönemler için kabul görmeyen cinsel tercihi, von Borring’in kırılma noktalarından biri. Aslında iki karakter de ortalama insanlardan farklı. Ve elbette bizim Doppler de öyle. Belki de bizlerin bu romanları sevmemizin bir nedeni de bu. Çoğunlukla aykırı karakterler var bu üç romanda da. Aykırı ve bir mucize arayan romantik karakterler bazıları. Ya da bu dünyaya tahammül edebilmek için garip, deli, uçuk yaftası almayı göze alan normal dışı (normal ne demekse?) insanlar.

İlk çıktığında Doppler romanını, kuzeyli her şeyi denk olan modern insanın bunalımı diye algılayanlar olmuştu. Sorunu yoktu ve kendisine sorun yaratıyordu. Oysa bugün baktığımızda aslında derdi, birçoğumuzun derdiydi. Şu pandemi sürecinde daha iyi anladık ki dünya çok küçüktü. Ve deyim yerindeyse ne kadar tuzu kuru olunsa da olumsuzluklar dünyanın dört bir yanındaki herkesi etkiliyordu. Son yıllarda modern dünyanın kaosundan, kapitalist sistemin çirkin yüzünden kurtulmak isteyenlerin sayısı hiç de az değil. Norveçli garip Doppler gibi bu günlerde birçok insanın hayali doğaya dönmek. İşin ilginç yanı yalnızca emeklilik sürecinde olanlar değil, daha yaşamın başındaki gençler bile, doğa içinde, daha yalın biçimde yaşamak istiyorlar. Doppler gibi ormana değilse de kırsala bir akım var diyebiliriz sanırım.

İşte bu yüzden çok sahici bir karakter olarak görmesek de Doppler’in; ilk romanın sonunda Norveç’ten başka topraklara ulaşmak için ormanın içine doğru yola çıkması, bizleri heyecanlandırdı. Hayalimizde canlandırdığımız fotoğraf bir biçimde modern dünyanın Don Kişot’unu içinde barındırıyordu. Absürt bir karakter olduğunu söylemem gerek ama bu gariplikler çağına yakışan, kahraman olmayan bir kahramandı o. Bizler Doppler’in, oğlu Gregus’un ve annesini öldürmüş olsa da onun yanından ayrılmayan can dostu geyik Bongo’nun yolculuğunun nereye varacağını merak ediyorduk. Ve bu garip dünyada bir çıkış yakalasın ve bir kısım insanlara umut olsun istiyorduk.

Evet, işte bu yüzden ikinci kitabı merak ettim doğrusu. Doppler’in yolu çok da ulaşılmaz bir yere çıkmadı. Kahramanımız İsveç’e ulaştı. Ve ayrıntılarına girmeyeceğim ama ikinci romandaki bu üç karakterin dünyalarına yakınlaştık. Romanın adının Volvo Kamyonlar olması da sanırım bir insanın yaşantısına ve sistemin sarmalına dikkat çekmekle ilgili. Yazar bir bölümde Volvo Kamyonlardaki model ve teknik değişimlerle, insanların yaşamındaki cılız değişimleri de birlikte betimlemiş. Anlatımında filmlerden, resimlerden, şarkılardan da yararlanmış. Bu durum bazı okuyucuları romana daha da yakınlaştırmış olabilir. Değişik bir yazım biçimi denemiş. Bazı konuları açıklamak için dipnot oluşturmuş ama bu dipnotları o sayfanın sonunda değil, nerede isterse orada açıklamış. Kitapta Erlend Loe’nun kendi görüşlerini de açık açık okuyoruz. Bir yerde küfür ediyor örneğin. Sorun küfür etmesi değil ancak cinsiyetçi bir küfür etmesi, beni rahatsız etti. Doppler etse rahatsız olmazdım ancak yazarın bu küfrü sıkıntılı bir durumdu benim için. Yine yazar metnin sonunda roman değil de sanki bir film senaryosu yazmayı tercih etmiş. Bu yazım biçiminden çok hoşlanmasam da sanırım yazar deneysel bir çalışma yapmış ve farklı yazım türleri kullandığı melez bir metin oluşturmuş.

Ben de yazar gibi farklı bir yöntemle bu yazıyı bitirmek istiyorum. Kitaptan cümleler ve bu cümlelerin bendeki çağrışımlarıyla:

“Doppler kalktı gitti. O bir şeyler arıyor. Dürüstlüğün izini sürüyor.” Kim dürüstlüğün izini sürmek istemiyor ki?

“Çok az insan ne halt karıştırdığını biliyor zaten, en azından ben gerçeği itiraf edebileceğim bir noktadayım. Evet, ne halt karıştırdığımı bilmiyorum ama bunun beni yıkmasına da izin vermeyeceğim. Bir gün gelecek bir şeyleri anlayacağım, o zaman belki eve dönerim.”

Evet, Doppler kendiyle ilgili bir şeyler arıyor. Peki ya biz? Gel de özenme şimdi bu Doppler’e.


1Cansu Canseven, Çeviriye Sığındığım Doğrudur-Söyleşi, K24, 22/Kasım/2018

2 Albert Camus, Yabancı, 1. Basım, Can Yayınları, İstanbul, Eylül 2019