Göründüğü kadarıyla pek bir şey yapmamışlar, uzaktan izlemekle yetinmişler. Belki de “Çin nere bura nere. Buralara ulaşması çok zor” diye düşünmüşlerdir. Son bir buçuk ayda dünyanın batı tarafında ortaya çıkan salgın manzaraları bize bu söylediklerime benzer hikayeler anlatıyor. Durumun ciddiyetini anlayıp erkenden önlem almaya başlayan tek istisna var: Almanya. “Dünyanın iki büyük aklı (yani emperyalizmin asli sahipleri) ” diye bilinen ABD ve İngiltere’nin durumu her anlamda içler acısı.

Vuhan’da karantina başladığında (23 Ocak) vaka sayısı hatırladığım kadarıyla altı-yedi yüz civarındaydı ve 25 can kaybı vardı. Şehrin on bir milyonluk nüfusuyla karşılaştırıldığında, bu veriler “Bu denli ağır bir karantina ve radikal önlemlere ne gerek vardı?” dedirtebilir. Çinli sağlık yetkililerini üst düzey alarma geçiren başlıca iki etmenden söz edilebilir: (1) Özellikle SARS salgınından edinilen acı tecrübe ve (2) COVID-19’un yayılma seyri ve hızına ilişkin yaptıkları değerlendirme/modellemenin ortaya koyduğu ürkütücü resim (ki bu modelleme daha sonra doğrulandı). Daha önce de yazmıştım, salgının seyrine ilişkin o günkü veriler virüsün önceleri çok yavaş yükselen bir eğri biçiminde yayıldığını fakat bir noktada eğrinin aniden dikleştiğini ve yayılma hızında bir patlama yaşandığını gösterdi.

Karantinanın hemen ardından gerek DSÖ gerekse Çin sağlık yetkilileri aracılığıyla virüs ve salgın hakkında dünyaya sel gibi bilgi akmaya başladı. Anlaşıldığı kadarıyla, bunca bilgi ve habere rağmen, dünyanın batı tarafı Çin-Vuhan’da yaşananları kendi başlarına da gelmesi yakın bir felaketin habercisi olarak göremedi. Çin’de yaşanan ve orayla sınırlı kalmasını bekledikleri bir sorun olarak gördüler. Salgın kapılarına dayandığında bile durumun ciddiyetini kavradıkları konusunda kuşkuya düşüren bir halleri vardı. İktisatçı arkadaşım Zhou’ya göre, “Halkın sağlığını koruyacak önlemleri almak için büyük miktarda para harcamak gerekir. Batı kapitalizmi bu parayı harcamak yerine ölü taklidi yapmayı seçti”.

New York’ta vaka sayısı beş yüze yaklaşmışken ve can kayıpları artarken Trump, her şey yolundaymış ve hayat olağan akışında devam ediyormuş gibi davranıyordu. Bir de ellerini ovuşturarak virüsün Çin ekonomisini yıkıma uğratmasını umuyordu. Buradaki bir Amerikalı arkadaşın dediği gibi, muhtemelen virüse “Make America great again, corona!” diyordu. Onca veri, bilgi ve uyarıya rağmen önlem almayıp ABD’yi felakete sürükleyen kibirli cehalet şimdi DSÖ’den Çin’e kadar önüne geleni suçlayıp felaketin sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyor. Oysa Çin ne bilgi sakladı ne de vaka sayısını.

DSÖ kayıtları bile daha ilk vakaların görülmeye başladığı günlerden başlayarak “tanımlanamayan bazı zatürree benzeri vakalar” rapor ettiklerini gösteriyor. Daha geçenlerde, doktorlar bazı ölümleri geriye doğru tarayarak bin üç yüz can kaybını daha COVID-19 ölümleri listesine ekledi.

Trump gibi ellerini ovuşturarak Çin’in felaketinin kendisi için fırsat olacağını zanneden biri daha vardı. Bilindiği üzere, bu malum zat ülkeyi bir şirket gibi yönetme iddiasıyla ortaya çıkıp her bakımdan çuvallayan bir müflis tüccar, bir bitik adam. Akılma gelmişken burada araya bir not düşmeliyim: Salgınla mücadele için İslamcı gericiliğin gözde sağlıkçıları sülükçüler, hacamatçılar, ot-çöp-sap esnafı, aşı karşıtları ve Diyanet (yani muska-martaval erbabı) yerine (mecburen) pozitif bilimi seçmesinin rejimin omurgası olan gericilik-ilkellik açısından bir hayal kırıklığı olduğundan eminim.

Çin’in ekonomisinin kısa vadede toparlanamayacağına, dünyanın Çin’i salgının sebebi görüp tavır alacağına dair fanteziler kurmuş olmalılar ki “Çin’in krizi bizim için fırsattır. Çin’in pazarlarını biz kapabiliriz” gibi bir şeyler söylemişti. Daha ilk duyduğumda “yine ayaküstü hayal görüyor” demiştim. Zira Çin’i hiç anlamadıkları ortada. Zaten anlamaya çapları da yetmez. Hem bugüne kadar neyi doğru anladılar ki… Kurdukları fantezi Çin’in 40 yıl önceki haline yani ucuz işgücüyle büyük miktarlarda üretim yaptığı ve genellikle düşük-orta kalite ucuz mallar ürettiği döneme ait. İşin sırrı ucuz işgücü sanıyorlar. Öyle olmadığını gösteren birkaç faktörü sayayım: Düşük faizli bol kredi, sigorta primlerine devlet desteği, ucuz enerji, devasa serbest bölgeler, ihracat teşvikleri, yabancı yatırımcılara vergi istisnaları, ara malı ithalatına ihtiyaç duymayan yani kendi üreten bir sanayi vs. Beş yıllık kontratlarla köylerden getirilen, üç öğün yemek ve yatacak yer ihtiyaçları sağlanan ortalama 100 dolar maaşlı (o zamanlar köyde yaşayanlar için büyük para sayılırdı) o ucuz işgücü artık yok. Şimdi Çin’de bir işçinin geliri memleketteki asgari ücretten yüksek. Bir de alım gücü açısından karşılaştırıldığında fark birkaç kat artacaktır. Dolayısıyla, iktidarın ülke insanını açlığa mahkûm ederek ucuz üretim yapmak ve böylece Çin’in pazarlarını kapmak ve Çin’e alternatif üretim üssü olmak ham hayali yine duvara çarpıp paramparça olan bir “başarı hikayesi” olacak; yani yine elde var sıfır… İşin sırrı önce bilim (ve ardından teknoloji) üretmek, ucuz işgücü değil.