Yaşamla ölüm arasındaki köprünün buradan çok oraya yakın bölümüne ‘yoğun bakım’ deniliyor. Hastanenin eksi birinci katı. Verilen maskeler, sadece gözlerimizi açıkta bırakıyor, kaçırıp durduğum gözlerimi. Kırk iki yıldır ilk kez, dedem tanımıyor beni.

Waterloo Waterloo hüzünlü vadi

Önce, John Steinbeck, Gazap Üzümleri: “Babanın babası, hep İncil’den bölümler okurdu. Çoğunu ezbere bilirdi. Dr. Miles’ın Yıllığı’ndaki her sözcüğü de yüksek sesle okurdu: Uyku tutmayan ya da sırtları ağrıyan insanlardan gelen mektuplar. Daha sonra, okusunlar diye başkalarına verdi. ‘Bu, İncil’den daha doğru’ derdi.”

Sonra, Romain Gary, Onca Yoksulluk Varken: “Mösyö Hamil’in elinin altında hep Victor Hugo’nun bir kitabı vardı, ama beyni sulandığından bunu Kur’an sanıyordu, çünkü ikisini de okurdu. Küçük parçalar halinde ezberlemişti onları, soluk alırcasına, ama her şeyi birbirine karıştırarak okurdu. Sürekli şaşırıyor, dua edeceğine ‘Waterloo Waterloo hüzünlü vadi’ diye şiir okuyordu.”

Doksan iki yaşındaki dedemi hastanede ziyaret için yoğun bakım bölümüne girdiğimde bunlar değil, Yahya Kemal tekrarlanıp duruyordu zihnimde. Birkaç gün önce, çok hasta fakat evinde kalmakta ısrarlıyken, ‘Düşünce’ adlı şiirin son bölümünü okumuş, kızının (teyzemin) ani ölümünün kalbinde açtığı onulmaz yarayı ima eder biçimde, “Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi” demiş, yaşadığı gibi dimdik ayakta veda etmek istediğini söylemişti.

Bursa’nın Apolyont (Gölyazı) köyünde hayata başlayıp Arifiye köy enstitüsünde, Bursa-Ankara-İstanbul’daki edebiyat öğretmenliğinde yetiştirdiği yüzlerce öğrencide, alçakgönüllü ama kararlı sendikal-devrimci mücadelede, okuduğu kitaplarda, çaldığı kemanda, balkonundaki çiçekte, kimseyi kırıp gücendirmeme özeninde, her birinin yetişmesine nice emekler verdiği üç çocuk-beş torun-iki torun çocuğunda atan bir delikanlı yürek olarak Hasan Ceyhan, “meçhule giden gemi”deydi işte. “Artık demir almak günü gelmişse zamandan…” der gibi bakıyorduk, elimizden gelenlerin acıklı sınırlılığıyla; “Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı; / Farketmez anne toprak ölüm maceramızı” diyorduk.

Bana şiiri, edebiyatı sevdiren dedem, şair amcalarımın da, babamın da, ailemizdeki herkesin de Hasan Hoca’sıdır. Bir ödevime yardım ederken, Sait Faik’in ‘Yani Usta’ öyküsünü, o kısacık ama olağanüstü öykünün inceliklerini yazılı olarak anlatışındaki saf güzelliğe hayran kalmış, hayatta yapmak istediğim şeyi bulduğumu hissetmiştim. Gösterişsiz, sade ama aşk dolu olmak, kalbi kanatacak denli yaralayıcı gerçekleri kalbi kanatacak denli içten ama şiirli söyleyebilmek, “mısra güya hissin ta kendisiymiş gibi bir vehim vermek…”

Sözün burasında, Milan Kundera, Ölümsüzlük: “Şiirin işi bizi beklenmedik fikirlerle büyülemek değildir. Şiir insanın bir anını unutulmaz kılmalı ve dayanılmaz bir nostaljiye dönüştürmelidir.”

Çocukluğumda, bazı yazlar Apolyont’a gider, dedemin göl kıyısındaki evinde, kurbağa seslerini dinleyerek uyurduk. İpekböceği, zeytin ağaçları, sazan, turna, kerevit... Sazlıkların arasından süzülen kayıklarla göle açılmak. Anneanneme aşağıdan seslenirdik: “Ananeeeeeeee”; o yanıtlardı: “Huuuuuuu”… Bize öyle sesleneceğini bilir, daha eve koşarken, bunu birbirimize söyleyerek kıkırdaşıp gülerdik ablamla.

Gençliğimde, evlerinin balkonunda geceler boyu sohbet ettik dedemle. İlk kitabımdaki ‘Anarşist Nail Bey’ şiirini yazabilmek için kaç kez yanına gitmiş, beraber göğe bakıp hayattan, sanattan, en çok da romanlardan konuşurken Nail Bey’i bir kez daha, bir kez daha anlatmasını istemiştim. İkinci kitabımdaki ‘Bende’ şiirinde yer alan “Yaylalarla bezeli sırtın / erik reçelindeki rayihası / iki ıtır yaprağının” dizeleri, ben ona aşktan söz ederken onun bana, “Şu ıtırı görüyor musun? Onun iki yaprağı erik reçeline benzersiz bir rayiha verir” demesiyle yazılmıştı.

Yaşamla ölüm arasındaki köprünün buradan çok oraya yakın bölümüne ‘yoğun bakım’ deniliyor. Hastanenin eksi birinci katı. Verilen maskeler, sadece gözlerimizi açıkta bırakıyor, kaçırıp durduğum gözlerimi. Annemle tek tük konuşuyor, aynı şeyleri sorup bazı konuları da birbirine karıştırarak. Kırk iki yıldır ilk kez, dedem tanımıyor beni.

Çıkarken dönüp bakıyorum, belli belirsiz el sallayarak. Anlatılmaz bir çırpınış duygusu, tarifsiz bir muhabbet, yaşlanan gözlerle gözlerimin ta içine bakıyor (Şiir insanın bir anını unutulmaz kılmalı ve dayanılmaz bir nostaljiye dönüştürmelidir, evet.) “İlmin derin görüşleri, aklın hükümleri / Doldurmuyor boşalmış olan hisli bir yeri.”

Etiler’deki evin balkonuna gidiyorum o an. Hasan dede, birer çay daha içer miyiz? Uyku tutmayan insanlardan gelen mektupların İncil’den daha doğru olduğunu söyleyen romanları düşünür, gece göğüne bakarak şiir de okuruz belki:

Waterloo Waterloo hüzünlü vadi

Waterloo Waterloo hüzünlü vadi