Wikipedia neden yasaklandı?

Demir Leydi Thatcher 1980’lerde Ankara’ya gelecekti. Çocuktuk. Dünyanın hiçbir yerinde savaşmayan ama bütün dünyayı kontrol altında tutabilen koskoca İngiltere kraliçesinin Ankara’yı ziyareti halkı ziyadesiyle heyecanlandırmıştı. Şaka değil, yollar temizlendi ve belediye arabaları iki gün boyunca balkonlara serili çamaşırların toplanmasını ve Kraliçe’nin ziyaretinden sonraya kadar balkonlara çamaşır asılmamasını “öğütleyen” anonslar geçti. Şaka değil. Böyle oldu. Ancak, tıpkı “Selamsız Bandosu”nda olduğu gibi, onca hazırlığa rağmen, Thatcher, anonsların en fazla yapıldığı Yenimahalle’ye uğramadan gelip geçiverdi. Ya da uğradı da biz görmedik. Şaşırmıştık ama sanırım en çok da kırılmıştık. Bu bize, bizim gibi misafirperver bir halka, şehre, mahalleye yapılmamalıydı. Çünkü biz gereken neyse onu yapmış hatta balkonlara çamaşır asılmasını bile yasaklamıştık.

Demir Leydi’den temiz çamaşırlarını bile saklamaya çalışan bir halkın evlatları olarak siyah önlüklerimiz ve takım elbiselerimizle okullara, işyerlerimize koşmuş ve Çernobil faciasından sonra fındık ihracatımız tamamen durma noktasına geldiğinde bizlere boca edilen fındıkları yiyerek yeni bir ziyaretin geleceği güne kadar hüznümüzü yüreğimize gömmüştük. O radyasyonlu fındık bolluğundan olacak ki derslerde sık sık “dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden birisi” olarak bahsedilen Türkiye’nin, kendi kendini kandıran ülkeler arasında da ilk yediye gireceğini daha sonra öğrenecektik. O dönemde Sanayi Bakanı Cahit Aral çıkıp “Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir” demiş, Özal “Azıcık radyasyonlu çay sağlığa faydalı” diye açıklama yapmış ve Evren “Bize radyasyondan madrasyondan bir şey olmaz” deyip haberlerin büyütülmemesi yönünde basına telkinde bulunmuşlardı. Hakikaten Evren’e yalnızca radyasyondan değil yaptığı darbeden ve işlediği suçlardan da bir şey olmadı ama çaylar radyasyonlu çıktı, Karadeniz’de kanser patladı, vs vs. Fakat suçlu Çernobil’de “radyasyon patlatan” Ruslar’dı. Ruslara ilkokulda öğrendiğimiz şu şiirle gereken cevabı vermiş, yine ülke olarak rahatlamıştık: “Bir, iki, üçler yaşasın Türkler/ Dört, beş, altı Polonya battı/ Yedi, sekiz, dokuz Alman domuz/ On, on bir, on iki İtalya tilki/ On üç, on dört, on beş Ruslar kalleş”.

Thatcher’dan balkondaki temiz çamaşırları sakladığımız yıllarda elin “gâvuru” “Gece Yarısı Ekspresi” diye de bir film çekmiş ve bu film Türkiye gibi kendi kendine yeten güzel ülkemizde infial yaratmıştı. Ülkece filme çok sinirlenmiştik ama filmde neye sinirlendiğimizi devletimiz filmi yasakladığı için bilememiştik. Ama ziyadesiyle sinirlenmiştik. Çünkü devlet büyüklerimiz sinirlenmişti ve sinirlenmekten başka bir duygu durumunun başa bela olabileceği düşüncesi bizi de sinirlendirmişti. Ancak neye sinirlendiğimizi yıllar sonra film yayınlandığında öğrenmiştik. Filmde “Türkler” kötü insanlar olarak gösterilmişti. “Türkler” dediğimiz de mahpushanede her türlü dalavereyi çeviren işkenceci bir polisti. Oysa o yıllarda da, öncesinde, sonrasında da –haşa- işkence falan zaten yoktu (Ama sonra olmayan işkence kaldırılacak ve bundan bazıları nemalanacaktı). Eğer işkence yoksa kaldırılan neydi? Varsa filme neden bu kadar sinirlenilmişti? Hayretler içerisinde, bu haçlı saldırısı için gâvura feryat ederken eleştirilecekse de kendimiz kendimizi eleştiririz deyip yukarıdaki kafa karıştıran soruları bir yana bırakıp rahatlamıştık. Ülkemizde işkencenin, OHAL’lerin vs yeri yoktu. Varsa da yoktu. Yoksa zaten var denilemezdi. Varsa var demenin anlamı da bir KHK’ye bakardı.

İçeriği ve haklılık-haksızlık tartışması bir yana, filmde, temiz çamaşırlarımızı bile saklamaya çalıştığımız gâvurun müthiş bir tespitini görmüş ve hayret etmiştik. Bir hapishane sahnesinde Erzurumlu Aşık Reyhani’den parça çalınıyordu. Erzurum, Kars ve yörelerinde iyi tanınan ve döneminde soldan sağa doğru hızlı bir geçiş yapsa da her kesim tarafından sevilen Aşık Reyhani’yi, özbeöz Erzurum âşığını, tam sağa çektiği yıllarda Türkiye bilmez tanımazken gâvur görebilmiş, bizden iyi tanımıştı. Çamaşırı saklarken âşığı yakalatmıştık ki bu hiç hoş değildi. Hem âşık elden gitmiş hem de film bütün dünyada gösterime girmişti. Ama olsundu... Biz filmi yasaklarsak, biz filmi bilmezdik ve bizim bilmediğimiz film de hem çekilmemiş, hem yayınlanmamış, hem de izlenmemiş olurdu. Böylelikle, dünya zihnimizin ürünüdür diyen ünlü felsefeci Berkeley “ben neden Türkiye’de felsefe yapmadım ki?” diye mezarında iki üç defa dönerdi.

Felsefecileri yattıkları yerde döndüre döndüre bugüne geldik. Sanırım en son Ibn Haldun şöyle bir irkilmiş ve kaldıysa tüyleri diken diken olmuştur. Ibn Haldun kimdir diye bakmak için internete girdiğinizde karşınıza çıkan “Bu Siteye Ulaşılamıyor” yazısının nedeni ise büyük ihtimalle saklamaya çalıştığımız bir şeylerin varlığı olsa gerektir. Kimden mi? Kendimizden. Çünkü “gâvurlar” çamaşırlarımızı ve halk âşıklarımızı bile zaten bizden daha iyi biliyor. Yasaklamak kendimize dair bir huydur bizde.