“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhü” Kelime-i şahadet

“Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhü”

                                                                  Kelime-i şahadet

 

Anlatılır ki kırım ve kıyım zamanı, felaket çağıdır…

Müslüman, dayamıştır bıçağı Ermeni’nin boğazına!

Demektedir ki; “Gâvur söyle!”.

Ermeni sormaktadır: “Neyi söyleyeyim!”.

Müslüman, ısrarla; “Onu söyle”.

Ermeni tekrar ve cevaben; “Sen söyle ki, ben de söyleyeyim.”

Mesel, ironiktir!

Bir başka dine ve etnisiteye mensup olanı, kendi dinine getirmek isteyen de, “Kelime-i şahadet”i bilmemektir. Belki kimilerinize göre “ne alakası var” diyebilirsiniz! Ama “bayram hikâyesi”ne görüntülü olarak tanık olunca, on sene evvel “Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir” kitabıma da aldığım yukarıdaki mevzuyu bir kez daha anımsadım…

Yüz yıla yakın bir zaman dilimine beş kala 2010 Türkiye’sinin koca metropolünde bir bayram sabahı tanık olduk fotoğraf karelerine yansıyana!

İstanbul’un Adalar İlçesi Belediye Başkanı Mustafa Farsakoğlu Kurban Bayramı nedeniyle izne ayrılır. Yerine de Başkan Vekilliğine 2009 yerel seçimlerinde Ermeni kimliği nedeniyle Adalar Meclis Üyeliğine seçilen sonra da Başdanışmanlığa getirilen Rafi Hermon Araks görevlendirilir. Buraya kadarı gayet olağan ve ülkede çok dinli, çok etnisiteli, çok kültürlü “tebaa”nın yaşadığı yerlerde gönülden geçen ve olması gereken bir temsiliyet.

Asıl ilginci sonrasındakiler!

Bir Ermeni’nin Müslüman cemaatle birlikte bayram namazını eda etmesi, sonra da kurban kestirip dağıtması!

Doğrusu bir Ermeni ve Hıristiyan; din değiştirip namaz kılıp kurban kestirip dağıtsaydı belki sıradan bir “hadise” denilip geçilebilirdi. Ama hala dilinde ve kimliğinde “ısrar” ettiği bilinen bir “tebaa” mensubunun “bayram icraatı” elbette ilgi çekici…

Türkiye toplumunda öteden beri klasik bir şablonculuk vardır. Mesela kimi şehir(li)leri doğal olarak devrimci veya tersten faşist telakki etmek. Ya da kimi etnisite ve cemaat, topluluk mensuplarını ideolojik bir kalıba sığdırmak. Örneğin Kürt’se veya Alevi’yse mutlaka devrimci olacak gibi. Ya da filanca yerden “solcu” çıkmaz gibi. Doğrusu bu noktayı nazardan bakarak yanlış bir noktanın üzerine bir kez daha parmak basmak gerekir ki; bir Kürt, bir Alevi ya da bir Ermeni siyasal tercihine göre istediği siyasal parti ya da çizgide yer alabilir, doğrusu da budur. Topyekun tornadan çıkmış gibi tümüyle bir yerde yer alınacak diye bir kural yok. Aslında anlaşılmalı ki siyasal tercih nedeniyle yapılan tercih; etnik, inanç veya kültürel mensubiyetten çok, sınıf aidiyeti ile ilintilidir.

Kanımca burada asıl sorun iktidarın popülizmine kapılıp olmadık işler yapma meselesidir. İktidar “yüktür”, hem de epeyce ağır bir yük. İnsan teki iktidarın cazibesine kapılınca, muhalifken eleştirdiği olmadık işlere, kendisini “mahkûm” eden iktidar mensubiyetinin yükü altında ezilebiliyor da!

Margosyan Usta’nın gerek Gavur Mahallesi kitabı, gerekse diğer kitaplarında sıkça rastlanan anekdotlardan birine denk düşer yazının girişinde paylaştığım hikâye! Derler ki; Bir “Gavur”u kelime-i şahadet getirtip “İslam” eden Müslüman’ın yeri “cenneti ala”dır. Çokça Hıristiyan çocuğu daha ilkokul çağındayken başka dine mensup en yakın okul arkadaşı tarafından benzer “iç burkucu” zorlamalarla karşılaşmıştır, bilinir…

Farsakoğlu belki de bilmeden; öte yakadaki cenneti, bir Ermeni’ye bıraktığı vekaletiyle, Ermeni vatandaşın önce bayram namazı kılması sonra da kurban kestirip dağıtması ile bu dünyada iken sağladı…

Madem bir meselle başladık. İnanç temelli bir yakıştırma ile sonlandıralım.

“Ezidî ne cilsipî ne,

 peşik cennetî ne.

 Fille ne, şixul dû me ne,

 Mislimanû man û man,

 Cennet ji wan û dê û bav ê wan re bûye xan.”