Bir kuram ne denli yenilikçiyse, dogmatikleşme tehlikesi de o kadar çoktur

Ya barbarlık, ya komünizm

> ONUR BEHRAMOĞLU @onurbehramoglu

Edebiyatı sevmemde büyük payı olan köy enstitülü-emekli öğretmen dedem, İstiklal Caddesi’ndeki gençlerden gazete-dergi alırken aralarında şöyle bir konuşma geçer:

“Desteğin için teşekkür ederiz amca, bizdensin galiba…”
“Kaç yaşındasın delikanlı?”
“18”
“Komünist misin?”
“Elbette komünistim, neden?”
“Ben 80 yaşındayım, hâlâ olmaya çalışıyorum da!”

Klasik Marksist külliyatın yanı sıra uygarlık tarihi, siyaset felsefesi, iktisat, özellikle Jean Paul Sartre, Albert Camus, Louis Althusser, Michel Foucault, Alain Badiou, Jacques Lacan, Slavoj Zizek okumaları; şiirler-romanlar-sinema filmleri; uzun yıllar kapitalizmin kalesi sayılabilecek kurumlarda çalışırken yaşayıp gözlemlediklerim; babamın spor müsabakalarında Sovyetler Birliği’ni tutması ve hatta sık sık “Marksist, Leninist ve kimsesizim” demesi dahil birçok faktör komünizme dair düşüncelerimde belirleyicidir. Geçtiğimiz günlerde Metis Yayınları’nın ‘Komünizm Fikri’ adlı yararlı seçkisini incelerken, daha sonra kaleme alacağım yazılarda peşine düşmeyi tasarladığım izler bırakarak ‘Komünizm’ üzerine yazarak da düşünmeyi sorumluluk kabul ettim. 40 yaş eşiğinde ve hâlâ komünist olmaya çalışmanın heyecanıyla…

“Komünizm, ütopyayla taban tabana zıttır, imkânsızlık olarak kavranan gerçeğin hakiki adıdır, kanıtlanması gereken bir hipotezdir” diyen Badiou ile hemfikirim. Bir düş ülkesi değil komünizm, gerçeğin ta kendisi ve henüz gerçekleşmedi. Henüz gerçekleşmemiş gerçek, çelişik bir ifade değil mi? Sorunun yanıtını sona bırakarak yola, yoldaşlığa devam edelim.

Demokrasiden, insan haklarından, ifade hürriyetinden sıklıkla söz edilirken komünizm fikrinin gündeme gelmediği yerde tam bir özgürleşme siyasetinin olduğu söylenemez. Frank Ruda ve Jan Völker’den kavramı ödünç alarak, demokrasi, özgürlük, liberalizm ve sosyalizmin kapitalist sürekliliğe hizmet eden ‘yönyitimi anları’ olduğunu, bunun mevcut kapitalizm ve yaşanmış reel sosyalizm (komünizm değil, reel sosyalizm) uygulamalarıyla kanıtlandığını düşünüyorum. Tanıdığım çoğu solcu ve liberal örneklerine dikkatle baktığımda da, zıt kutuplarda gibi görünmelerine rağmen hep o aynı ip üzerinde durduklarını, yani aslında yönlerini yitirdiklerini hissediyorum. Zizek de isabetli biçimde değinmiştir: “Kendi zıddını, köktenciliği üreten liberalizm özgürlük-eşitlik gibi kurucu değerlerini köktenciliğin saldırısından kurtaramaz, kendi nüvesini korumaktan âcizdir. Kendi haline bırakılırsa kısık ateşte kendiliğinden dağılıp parçalara ayrılır, tek kurtuluş umudu solun yenilenmesidir.”

Bir kuram ne denli yenilikçiyse, dogmatikleşme tehlikesi de o kadar çoktur. Eşsiz yenilikçiliğiyle komünizmin yenilenmesi nasıl mümkün olacak? Aslında derinlemesine düşünmediğimiz, komünizme dair düşünce üretmediğimiz için sözcüğün üzerini usulca örttük. Bayrak yapıp dalgalandıranlarımızın çoğunun gizlediği gerçek de tastamam budur. “Bir ustanın düşüncesine, öğrencilerinin, ona ait olmayan bir yön kazandırması ustanın düşüncesinin yaşadığının kanıtıdır” der Badiou. Marx’ı, Engels’i, Lenin’i - kendilerine ait olmayan bir yönü düşüncelerine kazandırarak - yaşatabildik mi, soralım kendimize.

Çıkar gütmeyen bir şey olarak komünizm, kalbimizin kutsal yanına dokunur oysa. İktidarı endişelendiren bir sözcük, bizler için de yeniden pusula haline gelmesi için, düşünme ve birlikte eyleme geçme eksikliğimiz üzerine kafa yormamız gerekir. Özeleştiriye zorlandıkça, kendi içimizde, kendimizden başka, ilk bakışta bize de yabancı gelen bir şeyler keşfedeceğiz. Cesarete pervasızlıktan değil sımsıkı özeleştiriden sıçradığımızda, kaygılarımızın-korkularımızın güdümündeki göstermelik eylemleri ve hamasi propagandayı bir kenara bırakıp gerçek eyleme geçebileceğiz. Nedir gerçek eylem? Kolektif siyasal eylemdir. “Devlet ortadan kalkmışçasına cesaretle gerçekleştireceğimiz kolektif siyasal eylem.” Bugün hepimiz, her birimiz ve örgütlerimiz, devlet ortadan kalkmışçasına değil, devleti zihnimizde yeniden üreterek, devletin kodlarıyla düşünerek hareket ediyoruz. Aslında hareket edemeyip yerimizde sayışımızın nedenini burada aramalı, mikro devlet gibi düşünüp eyleyişimizde, tutukluğumuzda, kekemeliğimizde.

Eylemde bulunmak için, kendi zaaflarımızı-cehaletimizi-karanlığımızı da apaçık görebilmemiz gerekir. Marx’ı hatırlayalım: “İnsan eylemi veya insanın kendi kendini değiştirmesi ile koşullardaki değişimin birbirine tesadüf edişi ancak bir devrimci pratik olarak kavranabilir ve akılcı biçimde anlaşılabilir.” Birbirine tesadüf edişte, birlikte oluşan bir şeylerde, eşzamanlılıkta patlıyor devrim. Kendi kendimizi değiştireceğiz; bitmeyen özeleştiriyle, karşı okumalarla, kendi cazibemizle cezbelenmeyi reddederek. Koşullardaki değişime tesadüf edebilirse bizdeki değişim, orada devrim parıltıları görülecek. Zira hareket halindeki fikirdir komünizm; bireyin, kendini de durmaksızın sorgulayıp değiştirerek özgürleşme mücadelecisi evrensel özneye dönüşmesini sağlar.

Aklın özeleştiri ânında, insanın hayvan olduğunu, kendi hayvaniliğimizle yüzleşip aşabileceğimizi idrak ettiğimizde, Kant’ın “aklın kamusal kullanımı” adını verdiği düzeye çıkacağız. Kendini yıkıp yeniden inşa edebilme özgüvenini göstererek özne olabilmişlerin kolektif eylemiyle, imkânsızı mümkün kılabileceğiz. İşte o zaman gerçekleşecek, gerçeğin ta kendisi olarak bir potansiyel halinde hücrelerimizde devinen komünizm. Aksi takdirde, insanda insani olan ne varsa silmeye ayarlı kapitalizmin fikirsiz, manadan yoksun biçimde devinen yani aslında hareketsiz, arzu ve çıkar güdümlü barbarları olarak kalacağız.

Vaktidir, önce kendimize, sonra her şeye meydan okumanın; vaktidir, cesaretle-özgüvenle haykırmanın: Ya barbarlık, ya komünizm!