Geçen zaman eski ana akım gazeteciliğinin ölümünü ilan etti. Sınıf pusulası yerinde duruyor, kutup yıldızı oradadır; işçilerin, kadınların, gençlerin kaba saba dayatmalarla susturulmaları artık imkânsız.

Ya gerçekler acı, hakikat muhalifse...

Bu hafta pazar yazımıza değerli gazeteci arkadaşımız Gökçer Tahincioğlu’nun Kayıp Adalet adıyla derlediği tanıklıklar kitabından, her gazetecinin hafızasına kazınması, benden daha eski olanlar “nakşedilmesi” derdi, gereken o ders cümlesiyle başlayalım: “Irmağın hakikatini kavrayabilmek için, akıp giden suyun yanında durup izlemekten fazlasını yapmamız gerekir.” Öyleyse ilk iş ırmağın hakikatini kavramak olmalı. Durdun ırmağın kıyısında, öylece bakıyorsun, yani tanığısın önünden geçip gidenlerin; bakıyorsun, görüyor musun bilmiyorum, çünkü tanıklar yalnızca bakarlar ve o kadarla yetinirler. Tanıklıkları baktıklarıyla, ne gördülerse artık onunla sınırlıdır.

ya-gercekler-aci-hakikat-muhalifse-943859-1.

Gazeteci uçup giden, çarpıtılan, dilin olanaklarıyla başka türlü gösterilebilen gerçeği ve onun farklı hakikatlerini yakalayan, görebilen kişidir. Ama gerçeği görmek de yetmiyor demek ki, bütünü, ırmağın hakikatini kavramak gerek diyor o müthiş cümle. Belki de hakikat yerine neden hakikatler dediğim tuhafınıza gitmiştir. Diyorum ki, hakikat gerçeğin içindeki özdür, işin doğrusudur; gerçek görünense, hakikat görünenin arkasındakidir, gerçeğin insanlarla ilişkisidir. “Öyleyse hakikat tek olmalı, bu hakikatler de neyin nesi” diye sorarsanız, kabalaşmadan “herkesin hakikati kendine” dersek bir parça yaklaşmış olur muyuz? Belki. Daha da yaklaşmayı deneyeceksek, sınıflı toplumlarda yaşadığımızı hatırlamak gerekecek. Görünen nesnel gerçeğin sığ dünyasından farklı sınıfların farklı hakikatlerine geçebilmek için bir kaç katmanı aşmak zorundayız. Görünene baktığımızda, süreci iyi izlediğimizde sınıflar üstü bir hakikatin imkânsız olduğunu da görebiliriz. Öyleyse bizim sömürüyü, yoksulluğu gördüğümüz yerde kapitalistin hakikati birikimdir, zenginliktir. Gazetecinin işi de bu nedenle görünenle yetinmemektedir. Gökçe’nin o güzel cümlesinin yanında başka cümleler de armağan eden sevgili Fikret İlkiz’den aktarıyorum işte: “Gazetecilik, hakikatin tanıklığıdır. Gazetecilik insan haklarını hakikatle yüzleştiren bir meslektir.”

HAKİKATLE YÜZLEŞMEK AMA NASIL

Böyleyse eğer, neden birçok hakikat olduğunu yinelemeli, başkalarının hakikatinin insan haklarıyla bağdaşmayabileceğinin altını kalın kalın çizmeliyiz. Çünkü bunu söylemezsek yoksulların ve zenginlerin, işçilerin ve patronların, onların siyasetteki ortaklarının hakikatleri iç içe geçer, karışır, eğriyi doğrudan ayırmak güçleşir. Onların hakikati de hakikattir; bunu bilmediğimiz, bilemediğimiz zaman neyle savaştığımızı da bilemeyiz; karşımızdaki zorlu gerçekle, yalnızca yorumlamak değil değiştirmek zorunda olduğumuz gerçekle, düşmanla, hasımla kavgamızda yenilmek kaçınılmaz olur.

“İyi dedin hoş dedin de bunun gazetecilikle ilgisi nedir” diyorsanız, gazeteciliğin tanımları üzerinde yeniden belki biraz daha karmaşık yönlerine yanlarına değinmek gerekecek demektir. İlkiz’den aktardığımız o güzel cümleye dönelim, “gazetecilik insan haklarını hakikatle yüzleştiren bir meslek” ise, hakikatin tanıklığıysa, son zamanlarda epeyce kafa karışıklığına yol açan “muhalif gazetecilik olmaz” ilkesini ne yapalım, nereye koyalım? Gazeteci bu değişmesi düşünülemez ilkeyle nasıl işini mesleğini bağdaştırabilir ki. O zaman belki de gazeteciyi muhalif olarak tanımlamaktan vazgeçip, gazeteci neye karşıdır, nelere karşıdır diye sorarak ilerlemek mümkün olabilir. Gazeteci savaşa savaşlara, yaşam hakkıyla birlikte doğan insanı yok eden, kadınlara hayat hakkı tanımayan cinayetlere, eşitliği bir türlü kabul edemeyen her şeye hâkim eril dile karşıdır. Ayrımcılığa ırkların varlığı yalanına dayalı utanmaz ırkçılığa karşıdır, Gazeteci insanın özgür olma hakkına saldıran ne varsa ona karşıdır. Gazeteci birinin diğerini öfkeyle nefretle anmasına aracılık etmeye karşıdır. Gazeteci kişinin işlediği iddia edilen, hangi yasayla ne zaman, neden suç olarak tanımlandığı soruşturulmadan bir eylemi nedeniyle suçlu ilan edilmesine karşıdır. Gazeteci yoksulluğun doğal olduğuna, böyle gelmiş böyle gider diyen düzenin değişmezliğine biat etmiş olan söyleme de eyleme de karşıdır. Gazeteci pek çok şeye, duruma, değişmez denilen kadere karşıdır. Ve eğer siz bu cümlelerde karşıdır yerine muhaliftir diye yazsanız gazeteciliğin temel ilkelerini çiğnemiş olmazsınız.

YİĞİDİN ÇEKTİĞİ DİLİ BELASI

Gazetecinin önündeki tek engel hakikatle ilişkisinin karmaşıklığı değildir. Bir de dil meselesi var. Dil öyle bir özelliğimiz ki bizim, nesnel bir şekilde anlatmaya çabaladığımız gerçeği anlamamızı da anlatmamızı da alt üst edebiliyor, gördüğümüzü görmediğimize dönüştürebiliyor. Gördüğümüz nesnel gerçeğin özü olan hakikatimizi egemenlerin hakikatine çevirip ışığımızı karartabiliyor. Dahası sisli puslu bir havada bizi kendi limanına çekebilir, üstelik bu limanın huzursuz huzuruna, karşı konulmazlığına inandırabilir. Öyleyse ne yapalım? Denklemi doğru kuralım; “insan-gerçek-hakikat” üçlüsünün içinde çalışırken kıyıdan köşeden sızan “tarafsızlık” tuzağına düşmeyelim. Dilimiz egemen sınıfın kültür dünyasında kolayca pazarlayabildiği çok becerikli tarafsızlığına boyun eğmesin. Tarafsızlık diye allanıp pullanan sahteliği ortada durmak olarak anlatmayı yıllardır başarmış ana akımın janjanlı düzenine bir kere daha düşmeyelim. Ortada durmak diye bir şey yok. Gazeteci grevle lokavtın ortasında konumlanamaz, işkenceciyle bedeni ruhu hırpalanan insan arasında ortada durmayı seçemez, gazeteci öldürülen kadınları anlatırken, dengeli haber saçmalığıyla “dekolte giyinen kadın öldürüldü” diye yazamaz. Mülteciyi, göçmeni karalayamaz.

Gerçeğin ve onun doğrusunun yani hakikatin çok katmanlı olduğunu, durumun, olayın, olgunun, yorumun akla kara olarak anlatılması kadar yanlış bir yöntem olmadığını gazeteciler kendi hayatlarından bilirler. O katmanların labirentinde gerçeklerden yola çıkıp hakikatin ışığını bulana kadar yoğun bir çabaya gerek vardır. Pusula insan haklarıysa, bunun zemininde de sınıfsal, cinsel, etnik gerçekler yer alır. Labirentin karanlık dehlizlerinde her zaman egemenleri, tarafsız hakem olduğu iddiasını hiç elden bırakmayan devleti, memurlarını ve dinlerin eril diliyle konuşan “tebliğcileri” görürsünüz. Sınıf pusulası şu sıralarda unutulmuş, unutturulmuş olsa da tüm öteki gerçeklerin belirleyicisidir. Neoliberal siyasetlerin egemenliğinin tartışılmaz olduğu, postmodernizm kılığında umutsuzluk üzerine kurulmuş, çaresizliğin ideolojisi ya da daha açık söyleyelim teslimiyeti esas alan teorilerin at koşturduğu zamanların artık geçtiğini düşünüyorum.

***

O uzun sürmüş yakın geçmişte gazetecilik de ne yazık ki bu teslimiyetçi ideolojinin tutsağı olmuştu. Sonuçta egemenler o tutsak dünyayı tümüyle mülkiyetlerine geçirdiler. Geride kalanlar şimdi; o zamanlardan kalma huylardan, aynı kapıya çıkan milliyetçilikle post truth’çuluğun etkisinden kurtulmaya çalışıyorlar, çalışıyoruz. Azaldık ama yeniden çıkış için az olmanın avantajı da vardır. “Tabula rasa” üzerinde sıfırdan başlamıyoruz; değişen dünyada gazeteciliğin de eski içerikten ve formatlardan kurtulabileceği zamanı yakaladık. Geçen zaman eski ana akım gazeteciliğinin ölümünü ilan etti. Sınıf pusulası yerinde duruyor, kutup yıldızı oradadır; işçilerin, kadınların, gençlerin kaba saba dayatmalarla susturulmaları artık imkânsız.

Gazeteciliğin, son haberler de beni ziyadesiyle sevindiriyor, “dandy”lerden kurtulması hayal değil. Devletle “embedded” türü gazetecilik ilişkisi sokakta kendini dinleyecek bir kitle bulamaz artık.

Çok iyimser olduğumu görüyorsun sevgili ve değerli okur; bu heyecanla ukala bir üslup tutturmuşsam kusura bakma artık sen de…