Aylardır tecrübe ettiğimiz gibi dünyada büyük bir salgın varken insanlar hayatını kaybediyor, önlemler yetersiz kalıyorken, öğrenciler doğa, toplum sağlığı, iklim krizi, ayrımcılık, küreselleşen dünya gibi konulara hiç değinmeyen online dersler almaya devam ettiler.

Ya her şey eskisi gibi olursa?

AYŞE ALAN

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Bu söz, küresel bir kriz olan Covid-19 salgınının başlangıcından beri sanırım en çok duyduğumuz sözlerden biri oldu. Belli ki bu ifade sadece çalışma yaşamında teknolojinin imkânlarının daha çok kullanılması, çalışma sürelerinin, mekânlarının yeniden düşünülmesi gibi konulara vurgu yapmıyor. Uzun vadede, bazılarını yaşarken fark edeceğimiz, bazılarını bile isteye uygulayacağımız, bazılarına el mecbur diyeceğimiz değişimlere zemin hazırladığına dair tartışmalar sürüyor. Konu eğitim olunca ise online eğitime geçişe, eğitimin teknolojiye hızlı adaptasyonunu sağlamış olmamıza, online ve yüz yüze eğitimin birlikte yürüdüğü hibrit (karma) sistemi kalıcı olarak düşünebileceğimize dair gündemlerimiz oluştu. Ancak, benim bu gündemin dışında pandemi sonrası eğitimin içeriğine yani öğrencinin öğreneceklerine dair ciddi bir kaygım var: Ya her şey eskisi gibi olursa? Bu dönemde belki de en çok bakmamız gereken alanlardan birine bakmadığımızı; salgın, kriz, uzaktan eğitim üçgeninde müfredatın eksiklikleri ile yüzleşmediğimizi düşünüyorum.

Mevcut müfredatın konu yoğunluğu ve beceri eğitimi açısından yetersizliği hep vurguladığımız bir nokta oldu. Uzaktan eğitim bize bu eksikliği hatırlatmakla birlikte, küresel bir krizin tam ortasında iken, çocuklara olan biteni anlamlandırma şansı sağlamayan bir içerik ile baş başa bıraktığını acı bir şekilde göstermiş oldu. Aylardır tecrübe ettiğimiz gibi dünyada büyük bir salgın varken, insanlar hayatını kaybediyor, önlemler yetersiz kalıyorken, öğrenciler doğa, toplum sağlığı, iklim krizi, ayrımcılık, küreselleşen dünya gibi konulara hiç değinmeyen online dersler almaya devam ettiler. Bir yandan evlere kapanmanın getirdiği zorluklarla baş etmelerine yardımcı olacak bir yöntem ve içerik ile karşılaş(a)madıklarından, diğer yandan kendi kendine öğrenebilme alanında güçlen(e)mediklerinden daha çok sıkıştılar.

Bu eksikliklerden hareketle, eğitimin içeriğinin üç temel prensip etrafında yeniden düzenlenmesinin yararlı olacağını düşünüyorum: Denge, bağlam ve özgür düşünce. Okulu, öğrencilerin bu prensipleri ilgili becerilerle destekleyerek kendini geliştirmesine olanak sağlayan, onları güçlendiren bir yapı olarak düşünmeliyiz.

BÜTÜNLÜKLÜ BİR İÇERİK YAKLAŞIMI İÇİN DENGE

Bireyin yaşamının 12 yılına yayılmış olan temel eğitim deneyiminde akademik, sosyal ve duygusal gelişimin dengeli bir şekilde verilmesi ve içeriğin buna göre hazırlanmasına ihtiyacımız var. Bunu sınıf seviyesine göre gerek konu gerekse etkinliklerin çocukların birbiriyle iletişimine daha çok olanak vermesini gözeterek sağlayabilmeliyiz.

Bununla birlikte, çocuklara sistematik olarak, bir sonraki seviyeye, mesleğe, geleceğe hazırlama amacının iletilmesi, baskı yaratıyor. İçerik, bireyin mevcut ihtiyaçlarına da cevap vermeli; öğrencinin öğrenme ile kurduğu ilişkiyi faydacılıktan başka bir yerde, kendini ve çevresini anlamlandırma vesilesi olarak kurgularsak okul çocuğa bu yolculukta bir eşlikçi görevi görebilir. Dengenin bir diğer yönü ise öğrencilere farklı akademik alanları yeterince deneyimleme fırsatı sunulması. Öğrenci felsefe ile ilgilenmek de istese, pozitif bilimler ile uğraşmak da istese tüm bu alanlara ait temel bilgi ve araştırma alanlarını deneyimleyebilmeli. Buradan hareketle bağlama geçebiliriz.

KAVRAMSAL ÖĞRENME VE BAĞLAM

Ülkemizde okul eğitimi, çok kompartımanlı, bol dersli, bol konulu ve derslerin kavramsal olarak birbiri ile konuşmadığı bir yapı. Böyle olunca öğrencilerin akademik alanlara ait temel anlayış, bilgi ve beceri eksiklikleri olduğunu, bütünü görememe, ayrıntılarda kaybolma gibi sorunlar ile karşılaştığını görüyoruz. Örneğin fizik, kimya, biyoloji gibi üç fen bilimi dersi alan öğrencilerin kavramsal anlamda fen bilimlerini, temel prensiplerini ve tam da 2018 PISA sonucumuzun gösterdiği üzere fen bilimleri okuryazarlığını besleyecek düzeyde, kısmen ortak kavram ya da problemler etrafında kurgulanması öğrenciye bir bağlam sunar. Temel eğitim düzeyinde ise bağlamı sunacak, eleştirel düşünme becerilerini geliştirecek, öğrencinin toplum ve dünyayı anlamasına yol açacak doğa, göç ve düşünme gibi konu başlıklarının farklı seviyelerde farklı derslerde işlenmesi gerekiyor.

Eğitim bize daha yaşanabilir bir dünyanın mümkün olduğuna dair umudu, iklim krizi, mültecilik, yükselen ırkçılık gibi konuları anlayarak güçlenmeyi, dayanışmanın önemini göstermeli. Bu büyük meseleler okul dışına aitmiş gibi davranılmamalı. Hayat ile okulun arası hep açıktı, uzaktan eğitim ile bu çok daha görünür oldu. Eğitimin içeriğini becerilerden uzak, bağlamdan yani kavramsal öğrenmeden kopuk bir şekilde formüle ettiğimiz sürece mesafe daha da açılacak. Çünkü artık dilimize pelesenk ettiğimiz üzere “bilgiye erişim artık çok kolay”. Peki, erişim daha kolay iken, bir “tık” ile milyonlarca içeriğe ulaşabiliyorken öğrencilerimizin daha çok bilgiye sahip olduğunu söylemek mümkün mü?

Günümüz öğrencileri bilgiye elbette çok daha kolay ulaşıyorlar ama bir bilgiyi internette arama kolaylığı tek başına yeterli olmuyor. Bilgiyi ister kitap, ister internet, isterse başkasından dinleyerek öğrensinler, farklı fikirleri karşılaştırabilme, kendi fikirlerini üretebilme, argüman ortaya koyabilme gibi becerilerin eğitimini almıyorlar. Tam da bu noktada denge ve bağlam ile birlikte ele almak istediğim özgür düşünce prensibi devreye giriyor.

BÜTÜNLEYİCİ OLARAK ÖZGÜR DÜŞÜNCE

Eğitimin en önemli amaçlarından birinin insan zihnini özgürleştirmek olduğunu düşünüyorum. Bunun okuldaki karşılığı düşünme becerilerinin, özellikle eleştirel düşünmenin sınıf seviyesine uygun, tüm derslere yayılmış bir şekilde verilmesi, bununla birlikte her anlamda farklılığın bir değer olduğunun merkeze alınması olacaktır. Buradaki kilit nokta eleştirel düşünmenin bilişsel olduğu kadar toplumsal yönünün de vurgulanabilmesi. Zihni özgürleştirmeyen bir eğitim, bireyi, piyasa ya da devletin hizmetine sunulan, kendinin, yeteneklerinin ve gücünün farkında olmayan bir nesneden ibaret görür ve içeriği öyle tasarlar.

Eğitimin her şeyden önce bir hak meselesi olduğunu aklımızda tutmalıyız. Her çocuğun önce korunduğu, sosyal ve duygusal ihtiyaçlarının karşılandığı bir ortamda, kaliteli bir eğitim alma hakkı olduğunu akılda tutarak attığımız her adımın sınıfa, öğrenciye faydası var. Bu yüzden, uygulayıcılar olarak müfredata dair söz söyleme hakkının biz eğitimcilere verilmesi hayati önem taşıyor. Tersi durumda kendine, çevresine, ülkesine, dünyaya yabancı bıraktığımız çocuklara hep borçlu kalacağız.