Eğer günün birinde birine distopya sözcüğünü açıklamanız gerekirse, bu 6°C ısınmış gezegeni örnek verebilirsiniz: Kitlesel yok oluş, onlarca metropolün sular altına kalması ve fırtınaların yanı sıra, bu gezegenin gıda üretimine ne ölçüde müsait olacağı da belirsiz.

Ya konuyu anlamadılar, ya canımıza okuyacaklar: Mega-projeler ve iklim değişimi

> MEHMET BAKİ DENİZ - Kuzey Ormanları Savunması

> SİNAN EDEN - Climaximo (Portekiz)

Ekolojik yıkım deyince aklınıza ne geliyor? Kömür madenleri, HES projeleri, nükleer santraller mi mesela? Gayet güzel. Ama biraz daha dikkatli bakalım, çünkü bu projelerin her biri, yerel ve bölgesel ekosistemlere doğrudan bir tehdit olmanın yanı sıra, dolaylı ve çok daha tehlikeli başka bir yıkıma daha yol açıyorlar.

Fırtınalar, kuraklık, sıcaklık rekorları, su kıtlığı deyince birçoğumuzun aklına küresel ısınma geliyor, evet. Peki ama, mücadele edilecek bir ekolojik yıkım olarak görüyor muyuz küresel iklim değişimini?

Bu yazıdaki iddiamız, yerel ekoloji hareketlerinin, iklim değişimine karşı zaten mücadele etmekte oldukları.

Hatta bundan daha fazlasını iddia ediyoruz. İklim değişimini anlamanın (“bilmenin” değil, “anlamanın”) yerel mücadelelere somut bir yol haritası sunabileceğini ve bu haritanın da yerel ve küresel ekolojik tahribata karşı mücadele eden grupları birleştireceğini savunuyoruz

Bunun için öncelikle kısaca iklim değişimine göz atalım:

DÖNÜLMEZ AKŞAMIN UFKUNDA KÜRESEL İKLİM DEĞİŞİMİ
Atmosferdeki sera gazlarının ısınmaya yol açtığını, çeşitli insan faaliyetlerinin karbondioksit, metan ve azotlu gaz saldığını, bundan dolayı sıcaklık artışı, aşırı hava olayları (fırtınalar, sıcaklık rekorları vb.), deniz seviyelerinde artış, okyanus asitlenmesi, kuraklık, su ve gıda kıtlığı, salgın hastalıklar gibi sorunlarla karşı karşıya kaldığımızı Türkiye'de bu konularla ilgilenen hemen herkes iyi kötü biliyor.

Daha az bilinen ise, 2°C ve anlamı.

Özetle durum şu: Sanayi devrimi öncesine kıyasla küresel ortalama yüzey sıcaklıkları 0.85°C arttı. Eğer bu artış 2°C'yi geçerse, küresel iklim sistemindeki pozitif geri besleme mekanizmaları yüzünden ısınma önüne geçilemez bir biçimde hızlanarak devam edecek. Dolayısıyla 2°C’lik sıcaklık artışı iklim bilimciler tarafından geri dönüşü olmayan nokta olarak ifade ediliyor.

Birkaç örnekle bu pozitif geri besleme mekanizmalarına değinelim:

Buz, güneş ışınlarını yansıtır. Deniz suyu, ısıyı buza kıyasla daha çok emer. Şimdi, sıcaklık artınca buzlar erir, buz yüzeyi deniz suyuna dönüşür, böylece Dünya'da daha çok enerji hapsolur ve sıcaklık daha da artar.
Sibirya'daki permafrostlarda yüzyıllardır donmuş halde bulunan toprak, altında yoğun metan depoları barındırır. Sıcaklık artınca bu permafrostlar erimeye, böylece altındaki metan serbest kalır, atmosfere eklenen metan yüzünden sera etkisi artar, sonuçta sıcaklık daha da artar.

Şimdiye kadar tespit edilen örnekler arasında, okyanus dibindeki metan depoları ve orman yangınları var.

Uzun lafın kısası, küresel iklim değişimini durdurmak için sınırlı zamanımız var. İşte bu “devrilme noktası” için belirtilen hiza 2°C ısınma.

Bu hiza aşılırsa ısınmanın yüzyıl sonuna kadar 6°C'ye kadar çıkabileceği öngörülüyor. Eğer günün birinde birine distopya sözcüğünü açıklamanız gerekirse, bu 6°C ısınmış gezegeni örnek verebilirsiniz: Kitlesel yok oluş, onlarca metropolün sular altına kalması ve fırtınaların yanı sıra, bu gezegenin ne ölçüde gıda üretimine müsait olacağı bile şaibeli.

“Bildiğimiz anlamda dünyanın sonu” ile acilen harekete geçmek arasında bir tercih var karşımızda.

Bu tercihin gerçek dünyada karşılığı ise şöyle:

Önümüzdeki 35 yıl içinde tüm sera gazı emisyonlarının en azından üçte birine indirilmesi (yani en az %65 azaltılması) gerekiyor.

Bu, hizanın altında kalma ihtimalini %50'nin üstüne çıkarmak için sadece. Yoksa asıl gereken, %80 civarında bir azaltım.

Bunun için, bugün bilinen petrol rezervlerinin üçte biri, doğal gaz rezervlerinin yarısı ve kömür rezervlerinin de yüzde 80'i yeraltında bırakılmalı.

Küresel ölçekteki bu azaltımların Türkiye için adil karşılığı, 440 milyon ton olan emisyonların 2030 yılına kadar 290 milyon tona indirilmesi.[1]

Dikkat ederseniz, “artışı yavaşlatmak” demiyoruz, “bundan sonraki yatırımlarda yenilenebilir enerji kullanmak” demiyoruz, “enerji verimliliğini arttırmak” demiyoruz. Karbon emisyonlarının mutlak değer olarak azaltılması ve bunun bugünden itibaren yapılması gerekiyor. (Tam da bu yüzden Almanya, İspanya, İsveç gibi ülkelerde görülen güneş ve rüzgar enerjisi payındaki yükselmenin yarattığı emisyon azaltımı ne yazık ki bu ülkelerin toplam emisyonunda iklim bilimciler tarafından öngörülen değerlere yaklaşamıyor.)

İşin kötüsü, bunlar birer iyi niyet temennisi değil, hatta gerçek anlamda bir siyasi talep bile sayılmaz. Eğer hemen şimdi harekete geçmez ve bu bahsettiğimiz azaltımları yapmazsak, Yerküre'yi cehenneme çevireceğiz. Bunu bilimsel bir veri olarak alabilirsiniz.

AKP hükümetinin ise bu dünyayı cehenneme çevirmekle pek bir sorunu yok gibi. Nitekim Türkiye'nin emisyon grafiği de bizimle aynı fikirde.

KATİL MEGA- PROJELER
AKP’nin yoğun karbon tüketimine bağlı büyüme stratejisi iki temel aksa dayanıyor. Ekolojik yıkımı da bu iki aksa bakarak anlayabiliriz.

Birincisi ülkenin dört bir tarafında devam eden konut, baraj, yol, köprü inşaatları, diğeriyse 2023’e kadar hedeflenen yüzde 5 büyümeyle her geçen gün artan enerji ihtiyacını karşılayacak enerji santralleri yatırımları.

İkisinin kesiştiği noktada büyük doğa katliamlarıyla ilerleyen projeler Doğu Karadeniz'de HES yapımıyla, sahil şeridini boydan boya katleden otoyol projesiyle, nükleer ve termik santrallerle; kentlerde ise barınma hakkını hiçe sayan kentsel dönüşüm projeleriyle devam ediyor. Bunların yanında, son dönemde iyice zıvanadan çıkan “çılgın” AKP’nin ekosistemlere en büyük saldırısı, İstanbul’un Kuzey Ormanları'na yönelik geliştirdiği katil mega projelerdir.

Tarihsel olarak doğu-batı ekseninde büyüyen İstanbul’un kuzeye doğru genişlemesini hedefleyen bu mega projeler 3. Boğaz Köprüsü, 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul'dan oluşuyor. Devamında ise, Marmara Otoyolu projesi ile bu ekolojik yıkım tüm Marmara bölgesini içine alacak bir şekilde ilerleyecek.

Kuzey Ormanları Savunması'nın (KOS) mega projelerin etkilerini 3. Havalimanı projesi üzerinden açıklayan ve Mart ayında yayınlanan raporunda projenin ekolojik etkileri detaylandırılıyor. Kuzey ormanları,

İstanbul’un su ihtiyacının üçte birini karşılayan Terkos gölü gibi su havzalarını içeriyor, endemik birçok bitki türünü barındırıyor, küresel kuş göçünde önemli durak alanlarından birini oluşturuyor, yazın kuzeyden esen serinletici rüzgarlar sayesinde İstanbul’un iklimini ve hava kalitesini dengeliyor.

Raporda değinilmeyen ve bizim bu makaleyle katkıda bulunmak istediğimiz hususun ise iki boyutu var.

Birincisi, mega projeler emisyon azaltımıyla uyumsuzdur. Önümüzdeki 15 yıl içinde salımlarını %34 azaltması gereken bir hükümet, mevcut santralleri kapatmak yerine daha hala devasa altyapı yatırımlarına girişiyorsa, ya iklim krizini hiç anlamamış demektir, ya da çok iyi anlamıştır ve canımıza okumakta ısrarcıdır.

İkincisi, ormanlar karbon yutağıdırlar. Yani ormanın ortadan kaldırılması, atmosferden emilen karbondioksit miktarını azaltarak mevcut emisyonların etkisini arttırır. Yerine hiçbir inşaat yapmayacak olsak bile, ormanları kesmenin bizzat kendisi net emisyonları arttırmak demektir.

Sonuçta, küresel iklime karşı mücadele eden hareketlerle yerel ekolojik felaketlere karşı mücadele eden hareketleri birleştiren çok daha temel bir unsur var: yaşadığımız sermaye birikimi rejiminin büyümeye dayalı oluşu.

KOS raporunun detaylı bir şekilde açıkladığı üzere projelerin yapılmasındaki temel amaç, İstanbul’un kuzeye doğru 3 milyon yeni insanı barındıracak kadar genişlemesidir.

3. Havalimanı, yıllık 150 milyon yolcu kapasitesiyle 95 milyon yolcu kapasiteli dünyanın en büyük havalimanı olan Atlanta havalimanından bile büyük olacak.
3. Havalimanı, sadece bir ulaşım alanı olarak hizmet vermeyecek. İçerisinde alışveriş merkezleri, yeme içme alanları ve oteller barınacak. Raporda söylendiği üzere ‘Aslında, havalimanı görüntülü bir “ticaret ve alış veriş merkezi” tasarımı ile karşı karşıyayız.’ (sf13).
Böylece, Kanal İstanbul, 3. Havalimanı ve 3. Köprü'yle bölgenin imar açısından bir cazibe merkezi haline gelmesi hedeflenmekte.

Tüm bunların gösterdiği üzere bu projelerin kârlı bir şekilde gerçekleştirilmesi ve sonrasında da ekonomik faaliyetin sürdürülmesi için ülkenin nüfus ve ekonomik büyüklük açısından yüksek oranda büyümesi gerekiyor (betam raporu ref.). Bu büyüme gerçekleşmediği sürece mega projelerin sürdürülebilmesi mümkün değil.

İşte temel çelişki tam da burada. İklim adaleti, tüm mega projelerin küresel ÇED-olumsuz raporudur: Yerel etkilere, kaybedilen ekosistem hizmetlerine, hukuki yolsuzluklara gelene kadar, sırf karbon emisyonlarının 15 yıl içinde üçte bir azaltılması zorunluluğu bile hızlı bir büyümeyi hem tetiklemeyi hedefleyen ve varlığı da bu büyümeye bağlı olan tüm mega projelerin acilen durdurulması için yeterlidir.

Kısaca vurgulamak istediğimiz nokta gerek yerel gerekse de küresel ekolojik krize karşı mücadele eden yapıların ideolojik düzlemde mücadele alanı, ekososyalist literatürün uzundur ifade ettiği üzere, büyümeye dayalı ekonomik organizasyonun bütünlüklü bir eleştirisine dayanması gerektiğidir.

EKOSOSYALİST BİR MÜCADELEYE DOĞRU
Beş yüz yıllık sermaye birikimi rejimi, kuruluşundan itibaren insan dışı doğayı da kendisi için bir girdi olarak aldı ve ona geri dönüşsüz bir biçimde zarar verdi. Sermaye açısından bu insan dışı doğaya verilen zarar “dışsal maliyet”tir, yol açılan zararın telafisi maliyetlere dahil edilmez. Bu anlamda, karbon emisyonlarından kaynaklanan küresel iklim değişikliği de, yerel ölçekli maden, baraj, otoyol vb. projelerin yarattığı tahribat da sermaye için dışsal maliyetlerden ibarettir.

Tabii bu dışsal maliyetler, dolar cinsinden hesaplanırlar. Böylece deniz seviyesindeki artışla Bangladeş'in üçte birinin sular altında kalması ile Londra'da fazla yağışlı bir günün bütçeleri denkleşir. Nitekim, liberal ekonomistler arasında, emisyonları azaltmak yerine Batılı ülkelerde deniz seviyesi artışına karşı setler inşa etmek, metropollerde afet kurtarma birimleri oluşturmak vb. adaptasyon sistemleri kurmanın maliyet açısından daha rasyonel olacağını savunanlar mevcut.

Ekonomik değil insani maliyet açısından baktığımızda ise, ne katledilen ormanın, ne yatağı değiştirilen derenin ne de radyoaktif serpintiye yol açan bir nükleer santralin maliyetinin karşılanması mümkün. Dahası, yukarıda bahsettiğimiz üzere, 2°C'lik ısınmanın maliyetini ölçmek, cehenneme bütçe çıkarmaya çalışmak anlamına geliyor.

Daha önemlisi, bizim kağıt üzerinde ölçeceğimiz bu maliyetin sonra sermayeye nasıl ödettirileceği sorunu var. Maliyetin “dışsal” olması, sermayenin “Ay ben bunu ödemek istemiyorum.” demesinden, görmezden gelmesinden ibaret değil. Esasında dışsal maliyet demek, maliyetin sermaye süreçlerinin dışında olması, yani kapitalizmin maliyeti hiç görememesi, kavramsallaştıramaması demek.

Ana akım iktisatta yıllık %3'ün altına düşen büyüme “yetersiz” olarak tanımlanır, ancak bu literatürde “yeterli büyüme” diye bir şey yoktur. İşin doğrusu, kapitalizm için “yeterli” kavramı yoktur. Ama yukarıda da bahsettiğimiz üzere, büyüdükçe dünyayı dolayısıyla kendi türümüzü de yok ediyoruz.

Hem yerel hem de küresel ölçekte ekolojik krize karşı mücadele eden grupların utanmadan sıkılmadan vurgulaması gereken, tam da bu büyümeye dayalı ekonominin eleştirisidir.

Doğayı katleden ve bunu da istihdam/enerji sağlama amaçlı pazarlayan iktidara karşı alternatifimiz, kâr yerine insani ihtiyaçlara odaklı bir üretim ve adil, planlı küçülmeye dayalı bir ekonomik düzen olmalı. İşte böyle bir program yerel ve küresel iklim tahribatına mücadele eden grupları ortaklaştırabilir.

On beş yıl içinde Türkiye'de emisyonları üçte birine indirmek “radikal” bir öneri değil, (tüm adaletsizlikleriyle) bildiğimiz anlamda dünyayı sürdürmek ve küresel yıkımdan kaçınmak için asgari koşuldur. Gerçek anlamda adil, sürdürülebilir bir uygarlık tartışması, emisyonların üçte birine indirildiğini varsayarak başlamak zorundadır. “Radikal” olan, insanlığı böyle bir devrilme noktasına taşıyan, kâr ve büyüme takıntılı küresel kapitalist sistemdir.

Bu, %34 azaltım demek. Erken sanayileşmiş ülkelerin azaltım şartı çok daha yoğunken, geç kalkınmış ülkelerin tarihsel sorumluluklarına tekabül edecek ölçüde, görece daha yavaş bir emisyon azaltım politikası bekleniyor. İklim adaleti açısından tek tek her ülkenin sorumluluğunu şuradan inceleyebilirsiniz: www.climatefairshares.org veya www.gdrights.org