Körkütük bir aşığın, zift gibi arabeske batmış bir adamın kız arkadaşına ettiği melankolik bir laf değil, lümpen milliyetçiliğin, muhalefetin her türlüsüne yıllardır söyleyegeldiği bir tehdit cümlesi bu; kapıdışarı etmeyi içeren. Ya benimsin ya kara toprağın, dünkü çocuk sayılır. İlk kimler gitti; hikaye eskidir ve insanlığın ilk devirlerine uzanmayı gerektirir. Ama Kıbrıs’a, Mora’ya insanların sürüldüğü biliniyor, […]

Körkütük bir aşığın, zift gibi arabeske batmış bir adamın kız arkadaşına ettiği melankolik bir laf değil, lümpen milliyetçiliğin, muhalefetin her türlüsüne yıllardır söyleyegeldiği bir tehdit cümlesi bu; kapıdışarı etmeyi içeren. Ya benimsin ya kara toprağın, dünkü çocuk sayılır.

İlk kimler gitti; hikaye eskidir ve insanlığın ilk devirlerine uzanmayı gerektirir. Ama Kıbrıs’a, Mora’ya insanların sürüldüğü biliniyor, haşmetli bir padişahın fermanıyla, neredeyse altı yüz yıl evvel.

Şu geçen yüzyılın başlarında Deyri Zor’a, çöllere, sıcak kumlara gönderilenler akıllarda; onların toprağı yoktu ve sürüldüler. Almanya’yı hatırlayın; nedense böyle büyük trajedilerde hep nihai sözcüğü kullanılır: Meseleyi tarihe intikal ettirmek, bitirmek ya da gömmek gibi; kazılıp içine atıldığı yerden bir süre sonra ortalığa fırlayacağı iyi bilinse de.

Bilenler bilir; Ağrı hadisesi sırasında bu durumu yansıtan bir karikatür o zamanın gazetelerini süslemişti; tarihi Kürdistan burada yatıyor, diye, altta bir mezar üstte elinde bayrak çok kızmış bir adam vardı.

Mübadelede milyonlar gitti; milyonlar geldi; ne gidenler, ne gelenler mutluydu, her iki tarafta da gelenlere kızgınlık, her iki tarafta ayrılığa tepki, kopulan topraklara bitmeyen bir özlem, tarifi imkansız acılar kaldı bakiye.

Doğu’da patlayan, adına nedense resmi tarih kitaplarında isyan denen hadiselerde gidenler şanslıydı, ülkenin batısında bir süre konakladılar ve yıkılan köylerine dönmeleri bir kaç yılı buldu. Sivas’ta mesela bir kamp kurulmuştu, önde gelen aileler ağırlanmış ve geriye gitmelerine izin çıkmıştı.

Dersim, koparılıp gönderilme uygulamasında en farklısı oldu. Yirmi bini geçen insan, her aileden dört kişiyi geçmeyecek şekilde hiç bilmedikleri, görmedikleri, duymadıkları köylere serpiştirildiler, adları muhacirdi. Sessiz köy içlerinde birbirini görmek, konuşmak, biraraya gelmek mümkünatsız, her haftanın pazar günü, kasabalarda, şehirlerde kurulan pazarlarda biraraya gelmek, Zazaca konuşmak ancak mümkündü. İzin çıktığında, verimli tarlaları, taş duvarlı evleri, sürülmemiş toprağı kafalarından hemen silip, bir çırpıda döndüler yakılmış köylerine, tam dokuz yıl devrildikten sonra.

On iki eylül’de tam otuz bin kişi gitti, politik sebeple yollara düşen bu sonuncular mülteci adını aldı, yazgılarında taksici, bulaşıkçı, garson, çöpçü olmak vardı, ülkelerinin yönetimini değiştirmek istemiş ama askeri darbeye pek de direnmeden yenilmişlerdi, gözaltında ölmemek, işkencede sakat kalmamak, darağacına çekilmemek için, ülkelerinden el mahkum kaçmışlardı. On bir yıl sonra çıkan afla çoğu döndü.

Bu son bir kaç yılda, KHK ile işinden atılan, kürsüsünden kovulan, ağaç kökü yemeye mahkum edilenler bir gün dönerler mi, yoksa yeni yurtlarında kalakalıp ölürler mi, şimdiden bilinmez.

Erdoğan, geçen hafta ülkenin belli yurttaşlarını kastederek, defolun Kürdistan’a gidin, deyiverdi. Ne politik atışmaların heyecanı, ne ağızdan çıkan bir söz, ne de milliyetçi ortağa bir selam olabilir bu, ya sev ya terk et’in ileri bir versiyonu.