Bu lafı ilk duyduğumda “zaten öyle yapmıyor muyuz?” demiştim. Sonra “zaten başka türlüsü mümkün mü ki?” diye düşündüğümü hatırlıyorum

“Anı yaşa”.

Bu lafı ilk duyduğumda “zaten öyle yapmıyor muyuz?” demiştim. Sonra “zaten başka türlüsü mümkün mü ki?” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu sözü “sadece şimdi vardır” diye algılayıp onayladığım da oldu, böyle bir algının ne kadar yanlış olduğunu düşündüğüm de.

Zamanla ilgili deneyimim arttıkça, dünyada çok popüler iki zaman algısı olduğunu fark ettim. Kabaca, doğrusal ve döngüsel zaman. Yine kabaca, batının ve doğunun zamanları. Biri bir noktadan bir başka noktaya uzanan bir çizgi – “aynı nehirde iki kez yıkanamazsın”; diğeri sonsuz bir döngü – “tarih tekerrürden ibarettir”.

Anı yaşamak, şimdiki zamanı hissetmek, şimdide olmak, adına ne derseniz deyin, bu farkındalık aslında yukarıda sözünü ettiğim iki popüler “zamanlama” geleneği tarafından da bir bakıma ıskalanan bir hakikat. Iskalanması her zaman, her türlü iktidarın işine gelen çok kritik bir bilgi.

Zaman karşısında çaresiz, hayatı etkilemek şöyle dursun, her türlü değişimin fenalık getireceğini düşünen bir Uzakdoğulu çiftçiyle, hayatı geçmişten ders çıkarıp gelecek için usulca kaygılanarak geçiren bir Avrupalı öğretmen aslında aynı dertten mustarip(ti). Ve bütün gücünü bir zamanlar “yeni” olmasına borçluyken uzunca bir süredir “eski”yi temsil ettiğini “Yeni Türkiye” söylemiyle gizlemeye çalışanlarla birbirini sürekli tarih testine tutarak geçmiş günahlar yüzünden sürekli yargılayanlar da aynı tuzağı yeniden üretiyor: şimdiyi ıskalamak. 

Bunu derken, geçmiş ve gelecek yok, boşverelim, demek istemiyorum. Ama geçmiş ve geleceğin fazla şımartıldığını, zihnimizi bunlarla biraz fazlaca meşgul ettiğimizi, bunu yaparken de şimdiyi çoğu zaman göz ardı ettiğimizi söylemek istiyorum.

(Kimsenin uzmanı olamayacağı bir konuda ileri geri konuştuğumun farkındayım ama, belki de uzmanlıkların yetmeyeceği alanlar vardır ve bu alanları gerçekten hep beraber konuşup düşünerek anlamak dışında şansımız yoktur.)

Her türlü iktidar açısından, geçmişe, geleceğe ve asla değişmeyecek olana vurgu yapmanın önemli bir işlevi olduğu açık. Kitlelerin korku ve güven algılarını böyle manipüle etmek oldukça ‘faydalı’: “eskiden şöyleydi, bizden sonra böyle oldu, aman başkaları gelmesin, yoksa yine öyle olur” ya da “biz zaten başka türlü olması mümkün olmayan kaderin tecelli etmesiyiz, sıkıntı yok”.

Ama eleştiren veya muhalefet eden aklın/akılların bu tuzağa düşmesi çok da anlamlı değil. Çünkü bin türlü perdeye, gölgeye, duvara rağmen insanın gerçekten zamanla bağlantıda olduğu tek düzlem, şimdi. İster kendini sürekli yenileyen bir an olarak, ister geçmişi ve geleceği de kapsayan koca bir an olarak, şimdi. Gelecek henüz yok, geçmiş ise her zaman zihnimizin yaptığı bir yorum, tekrar tekrar yazılabilen bir hikaye. Şimdi, dolaysız, gerçek.

Birbirimizi anlamak, anlaşmak gibi bir niyetimiz varsa, buna kapalı değilsek, kelimenin kendisinde de geçen ‘an’a bir bakıp düşünelim: hep birlikte aynı ‘an’da varolunca nasıl beklenmedik ‘mucizeler’ olduğunu (Gezi direnişi kocaman bir ‘an’dır mesela) ve aynı ‘an’da varolamayınca hiç de hoşlanmadığımız hangi zamanlara, anlamlara, sözlere mahkum olduğumuzu..

Neler oldu, kim kimi kırdı, suç kimde, hesaplaşma, yüzleşme, bunların hepsi önemli; ama hayat bunlara indirgenemez. Şifa da, huzur da, ortak muhalefet de buralardan çıkmaz. Her yeni an, bambaşka imkanlar demek. Geçmişe ya da geleceğe gereğinden fazla takılırsak kesinlikle ıskalanacak olan imkanlar.