Kentlerde arkeolojik alan, yerel yönetimler ve kamu tarafından büyüme ve yatırımın engeli olarak görüldüğü için arkeolojik alanların etrafı kapatılarak ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Ya da kaderine terk edilerek zamanla yok olması bekleniyor

Ya şimdi ya hiç: Her şey yok olmadan önce arkeoloji

Murat Nağış - Aktüel Arkeoloji Dergisi Yazı İşleri Müdürü

Yakın zamanda Adıyaman Karakuş Tümülüsü’nde bulunan yaklaşık 2000 yıllık bir aslan heykeli hiçbir sebep yokken tahrip edildi. Definecilerin işi değildi, bilinçli korkutucu bir tahribattı. 2000 yıl boyunca onlarca farklı dönemden geçen heykel, ilk kez “modern” çağda bilinçli bir tahribata maruz kalmıştı. Toplumun tek tipleştirilerek, kendinden olmayan her şeye düşman edilmesinin sonuçlarından birini arkeolojik alanlarda ilk kez görüyoruz. Bu, arkeoloji tahribatında geldiğimiz korkutucu boyutu gösteriyordu.

Define bulmak için üzerinden antik çağlardan kalma heykellerin olduğu masif kaya parçasını dinamit ile havaya uçurarak ne bulacağını düşünüyor insanlar? Ya da arkeolojik alanların boş alanlar olduğunu düşünüp, üzerine güneş panellerinin yapılabileceğini kim akıl edebiliyor? Veya antik bir tiyatroyu, kepçe ile kazmanın doğru olduğunu nasıl kabul edebiliyor, bu insanlar. Akdeniz’de, Likya Uygarlığı kültürel kalıntılarının olduğu yere, neden yol yapılmak isteniyor? Arkeolojik alanlara; taş ocağı, maden ocağı açılmasına nasıl izin verilir? “Bu coğrafyaya düşmanlığınız mı var?” diye bağırarak sormak içinizden geçmiyor mu?

Yine Konya’da, binlerce yıllık bir höyüğün üzerine park yapılıyor. İnsanın hiç aklı almıyor elbet. Bartın’daki, Kuşkayası Yol Anıtı, binlerce yıldır sapa sağlam günümüze kadar ulaşabiliyorken, yakın zamanda kaya dinamitlenerek bir kısmı parçalanıyor ve üzerine yazılar yazılıyor. Mersin’deki Adam Kayalar anıtı, yoldan geçen insanlar tarafından kurşun yağmuruna tutuluyor. Hasankeyf, Allionai, Samsat ve adını bile henüz bilmediğimiz onlarca höyük kamu eli ile yok ediliyor. Saymakla bitirilemeyecek kadar çok büyük bir tahribat yaşanıyor. Ülkede, gözü dönmüş bir definecilik anlayışı patlamış durumda. Bununla ilgili hiçbir kamu kurumu çalışma yürütmüyor. Koruma Kurulları ise adı üzerinde; koruması gereken kurumken tam tersi, tüm arkeolojik alanların özel sektöre peşkeş çekilmesi için çalışan kurumlara dönüşmüştür. Koruma Kurulları’nın raporlarını hiçbir akademisyen, üniversite sorgulamıyor. Koruma Kurulları'nın kararları ile ilgili basında haber yapılmadığı sürece hiçbir karar, soruşturmaya ve incelemeye tabi tutulmuyor.

Sadece arkeolojik alanlar değil; bu durumdan payını alan, doğal alanlar, ormanlar, sular, doğadaki diğer canlılar hangi amaç, hangi gelecek, hangi fayda için yok ediliyor? Bütün bunları ne adına yapıyorsunuz, hangi gelişmişlik, büyüme, dava ve hangi sanayi adına?

George Orwell, “Wigan İskelesi Yolu” kitabında, İngiltere’nin sanayileşme çağında nasıl gözü dönmüş bir canavar gibi insanı, doğayı ve tarihi yok ettiğinden de bahseder. Sanayileşmenin başladığı 18. yüzyılda, kamu, özel sektör ya da toplumun gözünde tarihin, doğanın ve insanın hiçbir kıymeti yoktur. Sanayileşme kontrolsüz bir güç gibi önüne çıkan her şeyi yok eder. Öyle de oldu, 20. yüzyılın sonlarında hem Avrupa hem de İngiltere geriye dönüp baktıklarında “insanlık” adına birçok şeyinde yok edildiğini gördü. Onarma ve koruma başlatıldı. Artık birçok değer yok olup gitmişti.

Bugün; Türkiye’nin gelişmekte olduğunu, sanayileşme başladığını, daha fazla enerji, daha fazla üretim yapmaya yönlendirildiği gerçeğine, gelecek yüzyıldan bakalım. Ormanları, suları, arkeolojik alanları, içerisinde binlerce yılın tarihsel zenginliğini taşıyan zengin kültürel katmanları, zengin endemik bitki örtüsü ve canlı türleri yok edilmiş bir Türkiye’nin sanayileşerek, büyümesi nasıl bir zenginlik ve gelecek sunacak. 21. yüzyıl Avrupa ve İngiltere’sinin pişmanlığını gelecek yüzyılda biz neden yaşayalım? Yaşadığımız çağda arkeolojiye, doğaya, insana uyumlu ve yaşam alanlarını yok etmeden büyüme ve sanayileşme girişimlerinin yapılması daha mı zor daha mı maliyetli oluyor?

Osmanlı’nın arkeoloji ile arasının iyi olmadığı hep söylenir. Aslında hiç de öyle değildir. Belki son dönemlerinde peşkeş çekilen arkeolojik eserler olmasa daha iyi olacaktı. Buna karşın Osmanlı tebaası yaklaşık 600 yıl boyunca Anadolu’da neredeyse hiçbir arkeolojik alana zarar vermemiş, tahrip etmemiştir. Sadece Anadolu değil tüm Osmanlı coğrafyasında geçmişe ait kalıntılar insanların yaşam alanlarının bir parçası olarak kalmıştır. Hatta bu süreç, erken Cumhuriyet döneminde de sürmüştür. Belki biraz daha geç olmakla birlikte, Ara Güler’in Aphrodisias Geyre köyünde çektiği olağanüstü güzel fotoğraflar, köylülerin arkeolojik alan ile nasıl içselleştiği göstermesi açısından güzel örneklerdir.

Artık bu görüntüleri görmek neredeyse imkansız. Kentlerde arkeolojik alan, yerel yönetimler ve kamu tarafından büyüme ve yatırımın engeli olarak görüldüğü için arkeolojik alanların etrafı kapatılarak ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Ya da kaderine terk edilerek zamanla yok olması bekleniyor. Yerel yönetimler ve kamu tarafından kent merkezlerinden uzak arkeolojik kalıntılar koruma ve ilgi sağlanmadığı için büyük bir hızla yok edilmeye açık hale geliyor. Köylüler binlerce yıldır yanı başlarında duran anıtları yok ediyor, define arıyor ve artık bu eserlere “gavur” malı gözü ile bakıyorlar. Bu noktaya nasıl geldik, nasıl bir bilinç, anlayış bizi bir anda sahip olduğumuz her değere düşman olmaya itti. İsviçre’den Herakles Lahdi’nin getirilişine seviniyoruz da neden götürüldüğünü, nasıl götürüldüğünü sorgulamıyoruz.

Üzerinde yaşadığımız bu kadim coğrafya, sahip olduğu arkeolojik ve kültürel değerler acısından insanlık tarihinin hafızasını ve bilgisini taşıyor. Bu kalıntılar insanlığın evrensel ortak değerleri ve hem kamu hem de bu coğrafyada yaşayan bizlerin en önemli sorumluluklarından biri, bu mirasa sahip çıkmak, korumak ve gelecek kuşaklara ulaşmasını sağlamaktır.

Arkeolojik, kültürel miras bu toprakların en büyük zenginliklerinden biridir. Bu zenginlik bugün bizim olduğu kadar aynı zamanda geleceğin ve insanlığın mirası ve zenginliğidir. Bunlara karşı tarih önünde sorumluluğumuz bulunmaktadır. Bu nedenle sahip çıkmak, koruma bilincini ve sahiplenmeyi geliştirmek gerekir. Üniversitelerde, elini suya sabuna sürmeyen akademisyenler, özellikle bu sorumluluğu daha fazla hissetmelidir.
Geleceğe bir Anadolu bırakmak için...