Başlığı okuyunca akla Yakup Kadri’nin o meşhur romanı gelecek. Türk köylüsüyle aydını arasındaki “uçurumun” anlatıldığı, hem biçim hem de ana fikir açısından epey tartışılan, büyük eser Yaban… Roman boyunca köylünün en geri yanlarının sertçe gösterilmesi, Türk aydınını simgeleyen ilerici, milliyetçi Ahmet Celâl karakterinin köylü tarafından yaban görülmesi gibi alt mesajlar, kimi eleştirilere konu olur. Yakup […]

Başlığı okuyunca akla Yakup Kadri’nin o meşhur romanı gelecek. Türk köylüsüyle aydını arasındaki “uçurumun” anlatıldığı, hem biçim hem de ana fikir açısından epey tartışılan, büyük eser Yaban… Roman boyunca köylünün en geri yanlarının sertçe gösterilmesi, Türk aydınını simgeleyen ilerici, milliyetçi Ahmet Celâl karakterinin köylü tarafından yaban görülmesi gibi alt mesajlar, kimi eleştirilere konu olur. Yakup Kadri, 1942’de romanın ikinci baskısına bir önsöz yazarak bu eleştirileri bertaraf etmeye çalışır. Anadolu insanını aşağılamadığını, bu geri kalmışlığında esas sorumluyu aydına yüklediğini, romandaki birkaç paragrafı da hatırlatarak, tekrar anlatır. Yine de Yaban, köylü düşmanlığı ile anılmaktan kurtulamaz.

“Adına siyaset yapılanların” yani yoksulların, emekçilerin, ezilenlerin; egemenler tarafından yaratılan kutuplaşmayla birlikte uzun bir dönemdir rantçıların, talancıların safında gözüktüğü biliniyor. Kötü gidişin farkında olan fakat bu gidişi engelleyemeyen daha eğitimli, modern diyebileceğimiz kesimler ise “yanlış” saf tutuşu anlamlandırmaya çalışıyor.

Tanzim satış kuyruklarında beklerken mikrofona 15 yıllık iktidarın icraatlarını övenleri gören muhalif kesim, bu videolardaki görüşleri bir çeşit “çomarlık” olarak nitelendiriyor. Son dönemde çok popüler olan sokak röportajlarındaki tuhaf yanıtları sosyal medyada paylaşarak hem kendi durduğu yeri gösteriyor (bir çeşit konum atma) hem de karşı tarafın ne kadar “alt düzeyde” olduğunu kendine ve çevresine kanıtlıyor.

İlk bakışta “bu kadar da saçmalık olmaz” dedirten görüşler hızla yayıldıkça “bu halktan bir şey olmaz” kanısı da birileri için pekişiyor. Bu toprakların insanına dair derinleşen umutsuzluk, AKP’nin yarattığı fanatik, gangster tipli insanların görüntüleriyle de birleşiyor. Toplumun yarısına yakınının bu fanatizm ve düşünsel acizlik içinde olduğunu düşünen muhalifler, kendi kültürel gettosuna kapanmak dışında bir seçenek de göremiyor. Mevcut cehaleti ve kötülüğü fark etme, kendini farklı yerde konumlandırma, değiştireme kudretini bulamama, kendi gettosunu ve iç dilini yaratma ve sonunda da ülkesine yabancılaşma… Yaban…

Kendisiyle aynı sayfada yazma şansına sahip olduğum Doğan abi (Tılıç), sanırım birkaç ay önce bir yazı yazmıştı, oligarşinin demir kanunu ile ilgili… Yani en demokratik kesimlerde, partilerde, sendikalarda bile birilerinin başta bir kast kurup, tabanın girişini engellediği tezi ile ilgili… Oligarşinin tunç yasası olarak da dilimize çevrilen bu görüşe göre halkın siyasete katılımının önündeki en büyük engel bu kast… Doğan abi yazısında sol partilere bir çağrı yapmış ve tabanının katılımının önünün açılmasını önermişti. Ben buna bir ekleme yapmak istiyorum:

Aslında tüm muhalefet olarak yaşadığımız içe kapanma sadece bir kast oluşturmadı aynı zamanda bir iç dil de yarattı. Oligarşinin kuşdili! Kendi dışındaki kesimlere asla seslenmeyen, sanki “dışarıdan biri gelse muhabbetimiz bozulacak” diyen, içe kapanık bir dil bu. Maalesef ki bu dil sevgisizlik de üretti.

Kendimize kurduğumuz dünyadan çıkıp dışarıya seslenmek demek, eleştirdiklerimize benzemek demek değil. Kendimiz olarak da farklı kesimlere seslenebiliriz. Bunu bulmak için önce denemek gerek. Son zamanlarda öne çıkan Beyoğlu’ndaki seçim çalışması bunun için iyi bir örnek. Kendimiz kalarak da farklı kesimlere seslenmenin bir yolunu bulmayı öğrenmek için önce seslenmek gerek.

Yaban, kendi duruşunu da toplumu da olanca netliği ile görür. Buna rağmen vazgeçmez. Bizim de içimizdeki yabanı görmemiz gerek. Yani hem ondan öğrenmemiz hem de onunla hesaplaşmamız gerek. Belki en önemlisi… Halkını, ülkesini çıkarsız seven devrimciler gibi; bu toprakları sevmek gerek. Bu toplumu sevmek… Günahını, sevabını bilerek sevmek… Emek vererek sevmek… Safça değil; görerek, bilerek, idrak ederek sevmek… Alper Taş’ın yoksul mahallelerdeki fotoğraflarındaki gibi, gözü parlayarak sevmek.