Titanik kazasında hayatta kalan görgü tanıklarına göre ‘yabancıların’ ölümüne neden olan boğulmak ya da okyanusun buz kesmiş sularında donmak değildi yalnızca. Buzdağına çarpan ve hızla batmakta olan gemideki yetkililer tarafından sandallara binmesinler diye vurulmuşlardı.

Yabancı

SEMİHA DURAK

Manş Denizi'nde insanlar öldü. Uzun, yorucu ve tehlikeli bir yolculuğun sonuna geldikleri anda, tam da çok yaklaştıklarında güvenli bir evde yaşayabilme ihtimalleri alabora oldu. Kendileri değil, hikâyeleri kıyıya vurdu. Kaç kişinin öldüğünü yazmayacağım buraya. Göçmenliğin matematiğini, ölümlere engel olabilme yetkinliğine sahip yetkili bürokratlar zaten yapıyor. Yetkililerin gözünden -yukarıdan bir yerlerden- bakınca kâğıt üzerindeki kutucuklara sığdırılacak kadar göçmenlerin ve mültecilerin varlıkları. O kadarlık bu dünyadaki ağırlıkları. Kutulara, kotalara sığıyor, koskoca kara parçalarının içine sığamıyor yabancı varlıkları.


Göçmenlerden önce o karanlık korku gelip yerleşiyor bir ülkeye. İzinsiz, vizesiz, elini kolunu sallaya sallaya hem de. Öyle fütursuz, öyle kendinden emin ki; sınır tanımıyor korku ve Manş Denizi’nin kıyısında cankurtaran teknelerinin denize açılmasını engellemeye çalışan İngilizlerin sandığı gibi, Suriye'deki savaşla da başlamadı. Bu yüzyılın icadı değil. Aslında gotik bir korku romanı bu. Filmi de var üstelik. Yüzyıllar öncesinden aktarılan korkuların kurmacasını yeniden yazıyor, okuyor, izliyoruz. Hep de aynı kodları kullanıyoruz.

Drakula'nın sıradan bir vampir hikâyesi olmadığı, 1800'lerin sonunda İngiltere'ye göç ederek yerleşmeye başlayan Doğu Avrupalı ve Rus göçmenlere duyulan korkuyu sembolize ettiği yıllardır edebiyat ve sosyoloji tezlerinin konusu oldu. Kan emici vampir Drakula, dışarıdan İngilizlerin kanını bozmaya gelen bir yabancıydı. Londra'da mal mülk edinerek yerleşecek, buralara kök salacaktı. Drakula'nın Londra'da varlık gösterdiği Whitechapel ve Bermondsey bölgeleri çoğunlukla Yahudi göçmenlerin olduğu yerlerdi. Buralar Jack London'un Uçurum İnsanları'nda anlattığı Doğu yakasıydı ve sisli, karanlık sokaklardaki sefalet, Dickens Londrası tanımının tam karşılığıydı. Whitechapel, Karındeşen Jack cinayetleriyle ün salmıştı. Şimdiki zamandan farksız, gettolaşma ve suç oranlarındaki artış arasında bağ kuruluyor, bu da göç ve yabancılara duyulan korkuya dönüşüyordu. İşte Bram Stoker'in tam da bu dönemde, Karındeşen Jack'ten de ilham alarak yarattığı söylenen Drakula karakteri bütün bu korkular üzerinde oynuyor, onları yansıtıyordu.

Korku, nefret ve belki bir çeşit tiksintiyle örülmüş bu kaos ortamı, göçleri engellemek amacıyla oluşturulan Yabancılar Yasası'nın 1905'te yürürlüğe konması için bütün uygun koşulları sağlamıştı. Britanya hukukuna ilk kez bu tarihte giren ‘istenmeyen göçmen’ kavramı açıkça belirtilmese de etnik ve dini temellere dayalı bir dışlama içeriyordu. Bu yasanın Britanya’daki ırkçılık ve antisemitizm tarihi açısından gerçekten çok önemli bir yeri var. Özellikle şu an Britanya siyasetini domine eden antisemitizm tartışmalarını, antisemitizmi Corbyn ve İşçi Partisi’ndeki sol kanada karşı karalama kampanyasına dönüştüren lobileri ve yine bu lobilerin göçmenlik karşıtı yeni yasaların hazırlanması için çalıştıklarını görünce, tarihin ironik çemberinde dönüp durduğumuzu düşünüyorum. O dönemdeki hükümet, 1905’teki yasa ile göçmenlik kontrol ofislerine sınır dışı etme yetkisi vermişti. Şimdiki hükümet ise yabancılara vaktiyle verilmiş vatandaşlık haklarının hiçbir açıklama yapmadan, önceden haber vermeye gerek bile duymadan iptal edilmesi için yeni bir yasanın hazırlığını yapıyor.
Bütün bu yasalar, öncesinde yaratılan tartışmalar, bütün o hazırlıklar her ne kadar yabancı karşıtlığı ve nefretinin yansıması olsa da kitleleri etkisi altına alan bir düşünceden ya da duygu halinden çok daha fazlası aslında. Güvensizlik ve yozlaşma korkusuyla beslenen ‘psikopatolojik bir durum’ değil sadece. Yabancıya duyulan düşmanlık çok gerçek sonuçları ve de etkileri olan bir olgu ve tarihin bütün zamanlarında ve bütün coğrafyalarda bu düşmanlığın arka planında hep ekonomik nedenler duruyor. Asıl soru ve sorun, kaynakların nasıl ve kimler tarafından paylaşılacağı. Amerika’da istenmeyen yabancıların girişini engelleyen yasaların Britanya’dan önceki bir tarihte, altına hücum döneminde girmiş olması tesadüf olabilir mi?

Hollywood sayesinde (ya da yüzünden), uzun yıllar romantik bir aşk hikâyesi olarak aklıma kazınmış, öyle kodlanmıştı Titanik. Aslında trajik bir göç hikâyesi izlediğimi fark ettiğim ve ölenlerin çoğunun ikinci ve üçüncü sınıf yabancı yolcular olduğunu anladığım zaman, batan geminin içinde hayata dair, aşktan başka çelişkiler de olduğunu anlamıştım. ‘Tanrıların bile batıramayacağı’ söylenen gemi, kendine yeni bir ev, yeni bir ülke arayan insanlar taşıyordu. Gemi felaketinden sonra hem Amerika’da hem İngiltere’de görülen duruşmaların tutanaklarında bazı yolculardan ‘yabancı’ olarak söz ediyor, aynı geminin hayatta kalan yolcuları. Okyanusun ortasında, çarptığı buzdağını saymazsak bütün kara parçalarından uzakta, batan bir gemideki yolculardan kimin yabancı, kimin olmadığını belirleyen ne oluyor?

Nerede başlıyor, nerede bitiyor yabancılık bu durumda?

Filistin asıllı Amerikalı gazeteci Ray Hanania, Titanik filmini izlerken bir anda kulağına çalınan “yallah” kelimesiyle batan geminin içinde filmden de tarihten de silinmiş başka hayat hikâyelerinin olduğunu keşfetmiş. Filmde yalnızca birkaç saniyelik bir sahnede görünüp kaybolan üçüncü sınıf ‘yabancıları’ merak ederek hikâyelerinin peşlerine düşmüş. Titanik'in yönetmeni James Cameron'un bize anlattığı o neşeli İrlanda düğünü gerçekte oldu mu bilmiyorum ama Ray Hannaia'ya göre Cameron o sahneleri Suriyeli yolculara ait üç büyük Arap düğününden etkilenerek çekmiş. Judith Geller'in filmin gösterime girmesinden bir yıl sonra, 1998'de yayımlanan Önce Çocuklar ve Kadınlar adlı kitabına göre, Titanik'in yolcuları arasında 156 Suriyeli varmış ve çoğunluğu üçüncü sınıf kamaralarında seyahat ediyormuş.

Titanik kazasını felakete dönüştüren, ölü sayısının o kadar çok olmasının en büyük nedenlerinden biri cankurtaran sandallarının sayısının yetersiz olmasıymış. İnsanların hayatta kalma önceliğini sınıfsal ve etnik ayrıcalıklar belirlemiş orada da. Tarihin izdüşümlerine bakıyoruz durmadan. İçlerinden geçiyoruz o izdüşümlerinin. Yeni bir ev, yeni bir ülke arayan Suriyeliler, Ortadoğulular tarihin tüm zamanlarında, dünyanın bütün okyanuslarında yabancı sanki.

Titanik kazasında hayatta kalan görgü tanıklarına göre ‘yabancıların’ ölümüne neden olan boğulmak ya da okyanusun buz kesmiş sularında donmak değildi yalnızca. Buzdağına çarpan ve hızla batmakta olan gemideki yetkililer tarafından sandallara binmesinler diye vurulmuşlardı.

Buzdağına dönüşmüş insanlar batırıyor şimdi gemileri, tekneleri. "Daha fazla getirmeyin artık şunları" diye bağırıyor cankurtaran ekiplerine, Manş denizinin kıyısında bir İngiliz kadın. Sesi donuk, buz gibi akıyor olmalı saf olduğunu sandığı kanı da. Aslında kendisi de başka bir kıyının istenmeyen yabancısı olabilir ve “dışarıda” kalabilir hiç beklemediği bir anda. Bir kıyıdan bakınca karşıya, kendimiz bile yabancısıyız karşıdaki kendimizin oysa. Bilmiyor bunu o kadın ve onun gibiler. Karşı kıyılara, en uzaklara yapılan bütün bu yolculuklar aslında bilmediğimiz bir gelecekte, öteki kıyıda bizi bekleyen kendimize ulaşmak değil mi sonuçta?