Yabancılaşma, delilik ve sistem üzerine
Martin Scorsese’nin yönetmenliğini yaptığı 1976 yapımı Taksi Şoförü. (Fotoğraf: IMDb)

Seda Ünsar

Martin Scorsese’nin bence en büyük eseri olan Taksi Şoförü, anti-sosyal deliliğin toplumun yapay akıl sağlığı ve birlikte yaşam kurallarına karıştığı o Foucaultcu noktayı anlatan bir başyapıt. İnsanın sistem içine yerleşik (embedded) yabancılaşmaya dayalı bir politik ve sosyal düzenin ürünü olan umutsuzluğunu ve kokuşmuşluğu temsil ediyor. Bu yabancılaşmayı daha iyi çözümlemek ve bağlamını analiz edebilmek için “Amerika, araya giren bir uygarlık dönemi olmadan barbarlıktan çürümeye giden tek ülkedir” diyen George Bernard Shaw’u hatırlamak gerekiyor.

Kent sosyolojisinin Şikago Okulu Amerikan toplumunu karakterize eden zayıf bağların yabancılaşma yarattığını iddia eder. Öte yandan, sosyolog Granovetter zayıf bağların, yabancılaşma yaratmaktan uzak olduğu gibi, bireyin modern topluma entagrasyonu için yaşamsal olduğunu söyler. Aslında, modern kapitalist sistem, bağları zayıflatan sosyal yapılara dayanmanın ötesinde, onları yaratır da. Sosyal sistemlerin evriminde, zayıf bağların en önemli kaynaklarından biri, işbölümüdür ve zayıf bağların sayısı bürokratikleşmenin gelişmesi, teknolojik ilerlemelerin fonksiyonu olarak iletişim sistemlerinin gelişmesi, nüfusun artan yoğunluğu ve pazar mekanizmalarının hızla yayılımıyla artar. Dolayısıyla, Deus Ex Machina çağında yalnız bir bireye dönüşen insan varlığını bizzat yalnızlaştırarak azaltan güçler aracılığıyla tekrar sosyalleşmelidir.

Bu tarz modern daha doğrusu kapitalist sosyal bağlar, kompleks rol setlerine ve yokluğu bir çeşit kibir ve yanılmazlık hissiyatına yol açan bilişsel esneklik ihtiyacına sebep olan bağlardır. Halberstam’a göre Amerika’yı Vietnam’a götüren de tam olarak bu kibir ve yanılmazlık hissiyatıydı.

Amerikan kültürü, Amerikan kapitalist sisteminin kendine özgü kuruluş temellerinden dolayı “havuz”daki kültürlerden her birine zayıf kültürel bağlılık yaratan bir mirası temsil eder ve bu miras baskın çıkan bir kültürel arkaplan yaratmaz. Kendine özgü kuruluş temellerinden ne kastediyoruz? En kısa ve net ifadesiyle, eski dünyada devlet kapitalizmi kurmuşken, Amerika’da kapitalizm devleti kurmuştur, diyelim. Douglass C. North kurumsal evrim teorisiyle ekonomik ve kurumsal değişimi açıklamak için ekonomik teoriyi ve kantitatif yöntemi uygulayarak ekonomi tarihinde yeni bir araştırma yolu açtığından Nobel almıştı. North Batı’da ve özellikle Amerika’da kurumsal yapının tabandan tavana inşası gibi epik bir meseleyi çok basit bir teoriyle açıklar. Kültür konusuna dönecek olursak; diyebiliriz ki Amerikan kültürü tam da bu havuzda yer alan kendi içinde bir kültüre baskın bir bağlılık yerine, yerel şartların yeni yerleşilen topraklarda yarattığı etkiye bağlılık gösteren birçok kültürün, birbiriyle, kendine özgü biçimde etkilenmeye girmesi sonucu ortaya çıkan yeni bir tür kültürdür. Bu kültür, belirsizliği azaltan bir kurumsal sistemin ve sürdürülebilir gelişmenin temelini oluşturmuştur. Fakat “sistemin dışında kalanlar” için, “yaşadığını, canlı olduğunu umutsuzca ispat etmek isteyen o unutulmuş, yalnız adam” için, “biri olmayı hayal eden hiç kimse” için ödenecek bedel, Taksi Şoförü’nün büyüleyici biçimde anlattığı, yabancılaşma içine örülü olan yanılmazlık hissiyatının delilik sürecidir.

Travis delilikle akıl arasında insani bir temas arzulayan bir adamdır. Bu arzuyla film boyunca tekrarlanan bir örüntü olarak sürekli karşılaşıyoruz: Sinemada çıplak antika heykelin yanında çalışan kızla sohbet etmeye çalışırken; karanlık, boş sinemalarda yalnızlığa dönüşmüş en yüksek mahremiyet formu olan porno düşkünlüğünde; diğer taksi şoförleriyle konuşmalarında; arabasında hayranlıkla Betsy’yi izlerken. Sonunda, Betsy’nin masasına gidip ona hiçbir anlama gelmeyen, tutarsız şeyler söylediğinde, Betsy’nin çok şehirsel ve çok modern olan yalnızlığına dokunarak ilk insani temasını kurduğunu görüyoruz. Daha sonrasında, Betsy kafede meyve salatasını yerken (“İstediği her şeyi alabilirdi”) Travis’i çözümlüyor: “O bir peygamber ve harekete geçirici, yarı gerçek, yarı hayal, yürüyen çelişki… Çelişkiler hakkındaki bölüm. Sen osun”. Travis cinsel açıdan rahatlayamamış, zihinsel olarak dengesiz, sosyal açıdan yabancılaşmış insomni bir Vietnam gazisi çıplaklığından tesadüfi bir kahramana dönüşürken, söz konusu çelişki aslında onu kolaylıkla New York Senatörü Palantine’ı vuran cani de yapabilecek kaderinin değişkenliği üzerinden ortaya çıkıyor.

Travis başka insanlar gibi olmayı başaramamanın yarattığı bir hayal kırıklığı ve öfke nöbetinde pislikleri ve alçaklıklarıyla açık bir kanalizasyona benzettiği şehrin üstüne sifon çekmek istediğini söylüyor. Şehrin restoranları, caddeleri ve ilişkileri gibi yalnızlığı da modern hayatla kutsanmış aynı zamanda modern hayata hapsolmuş bireylerle ortak bir kader. “Biz Halkız… Vietnam, Suç, Yolsuzlukta acı çekmiş... Şimdi Halk Ayağa Kalkıyor ve Sosyal Değişimi Mümkün Kılıyor”. Palantine’in siyasi kampanya sloganı Travis için bir kırılma noktası. Çünkü bu slogan koskoca bir yalan! Çünkü bu acı çeken halkın sistemin içine örülü politik yabancılaşma sonucu hapsolduğu öfke ve hayal kırıklığı anlarında yapabileceği tek şey pis bir lağım gibi akan şehrin üstüne sifon çekmeyi arzulayabilmek. Bu sahte sloganların gerçekle bir tezat olarak bilinçdışında ortaya çıkardığı insanların sistemden kopukluğu ve dışlanmışlığı, Travis’in (pislik ve alçaklığı yayan) Sistemin Sembolü olan adamı hedef alarak kendi kaderini çizen travmasıyla temsil ediliyor. Travis’in tıpkı insanlarla temas kurma çabalarında olduğu gibi, uzun boylu gizli servis ajanıyla konuşmasında son bir politik ve sosyal sisteme uyum sağlama çabası verdiğini görüyoruz. Bu konuşma aynı zamanda son insani etkileşimi ya da iletişimi. Ajanın sesi, tonu ve dili Travis’e uzak, soğuk, rutubetli ve mesafeli gelen Sistemin temsilcisi: Onu asla anlamayacak, kabul etmeyecek, istemeyecek, ona ihtiyaç duymayacak olan ses. Bu sesten sonra, Travis televizyonu, yani topluma uyum aracını, kırarak toplumla son bağını da koparıyor ve “özgürleşiyor”.

Travis yalnızca kaderinin değişkenliğiyle başarısız oluyor ve kendini Sport ve otelci adamla, aslında ondan farkları rezil, küçük suçlar aracılığıyla sisteme uyum sağlayacak makul bir yol bulmuş olmak olan, şehrin önemsiz alçaklarıyla muhatap buluyor. Sonunda Travis son anda sisteme uyum sağlayacağı yolu Büyük Suç (Senatörü vurmak) aracılığıyla bulup bu yolda başarılı olamayarak, aslında hala dışında kaldığı sisteme şans eseri kahramanca olan bir aksiyonla eklemleniyor. New York’un yalnız sokaklarında suç ve yolsuzlukla savaşan bir kahraman taksi şoförü!

“İnsan bir işe girer… Ve iş adamın kendisine dönüşür… Bir iş yapıyorsun ve sen o yaptığın şey oluyorsun… Benim hala kendi taksim yok. Neden? İstemiyorum… Ben istediğim şey olmalıyım… Başkasının taksisini sürerek…. Başka biri doktor, başka biri avukat …. Biri ölür, insanlar doğar…. Hadi git sarhoş ol, si*iş, zaten başka şansın yok … Yani hepimiz si*ilmişiz aşağı yukarı…” Bu düzensiz, garip ve gelişigüzel düşüncelerin absürt biçimde ifade edilişi aslında filmde insan toplumunun evriminin kalbine dokunan oldukça rasyonel bir monoloğu temsil ediyor. “İnsan özgür doğmuştur fakat her yerde zincir altındadır” diyerek modernitenin özel mülkiyet temeline dayanan sistemini eleştiren, dolayısıyla içinde bulunduğu ekonomi politik ve estetik koşulları meşrulaştırma yerine alt üst etmeyi seçen, bu anlamda ilk radikal düşünür, Jean Jacques Rousseau’yu hatırlayarak ondan bir sonraki radikal adım olan ve bu zincirler üzerine yazan Karl Marks’a bakalım: “…kimsenin tek ve harici bir aktivite alanı olmayan ve herkesin istediği herhangi bir alanda kendini gerçekleştirebildiği, genel üretimin toplumca üstlenildiği ve böylece bana bugün bir şey yapmayı ve yarın başka bir şey yapmayı, sabah avlanmayı, öğleden sonra balığa çıkmayı, akşam hayvan gütmeyi, yemekten sonra kritik etmeyi tıpkı avcı, balıkçı, çoban veya kritik olmadan bir akla sahip olduğum gibi mümkün kılan komünist toplumda…” Oscar Wilde ise şöyle der: “Eğer ne olmak istediğinizi biliyorsanız, eninde sonunda o olursunuz ve bu, sizin cezanızdır fakat bilmiyorsanız, herhangi bir şey olabilirsiniz. Burada bir gerçeklik vardır; bizler isim değil eylemiz. Ben bir şey – yazar, aktör- değilim; ben şeyler yapan bir kişiyim – ben yazarım (yani yazma eylemini yaparım), oynarım (yani oyunculuk eylemini yaparım) ve sonraki adımda ne yapacağımı bilmem. Eğer kendinizi isim olarak düşünürseniz, hapsolabilirsiniz”. Burada Marks’ın komünist toplum olarak tarif ettiği toplum yapısındaki bireyi ile Oscar Wilde’ın toplum baskısından özgür olmak için bireysel anarşizme yakın duran (fakat hala bir toplumsallığı da olan) bireyi, şeyleri yapma halinde olan fakat o şeylerle tanımlanmama, onlardan öte olma, yani potansiyelini tam olarak gerçekleştirmiş, özgür olma halini temsil eder. Travis’i bir lağım çukurunda sıkıştıran şey ise, bireyi yaptığı şeyle tanımlayan ve sınıflandıran kapitalist toplumdur. Travis bu tutarsız konuşmasında Amerikan kapitalizminin kendisini ve kendisi gibi milyonlarca insanı, toplumsallaşamayan, potansiyelini gerçekleştiremeyen, özgürleşemeyen birey olarak hapsetmesine, yaptıkları “şey”e (işe) indirgemesine kendince bir direniş sergiliyor.

İşte, insan yalnızlığının, can sıkıntısının ve direnişin tek başınalığına sıkışmış olan fakat bunları verimli süreçlere kanalize etmek için bir yolu veya aracı olmayan ve hatta bir şeylerin yanlış olduğuna dair bilinçaltı farkındalığından başka bir şeyi olmayan insanlar, acınası ve perişan varoluşlarını, Sisteme Karşı Ben içine yerleşmiş “Hepimiz si*ilmişiz zaten” tarzı bir varlığa sürüklüyorlar.

Taksi Şoförü filmine Amerikan zihninin içinden bakacak olursak, bir temadan daha söz etmemiz gerekir: Irkçılık. Film boyunca Travis’in ırkçılığına gönderme yapan şeyler buluyoruz fakat Travis sisteme karşı ayağa kalktığında ve silahlandığında, “Öteki”yi seçmiyor. Hatta film boyunca siyahiler zaten kendisi gibi sistemin dışında kalanlar, fahişeler, pezevenkler olarak karşımıza çıkıyor. Travis sistemin kalbi olan beyaz çekirdeği hedef alıyor ve bu durum yabancılaşmasında toplumdaki ırk ilişkilerinin veya kendi ırkçılığının rolü olmadığını, yabancılaşmasının sistemden kaynaklı ve sisteme yönelik olduğunu gösteriyor. Daha sonra, sistemin aslında kendisi gibi dışında olup küçük, rezil suçlarla sisteme tutunabilmiş olan Sport’a döndüğünde, Sport’un beyaz bir pezevenk olması önemli bir ayrıntı. Irk meselesi Travis’in gerçekten sıkıntıları ya da sorunları içinde en az ya da önemsiz olanı. Bu noktada Scorsese’nin ırk hassasiyetiyle yoğrulmuş Amerikan zihninin politik-doğruculuğunun (political correctness) gölgesinde kalmamak için özellikle siyahi bir pezevenk seçmediğini de düşünebiliriz.

Amerikan kültüründe demokratik olmayan bir başka yan tema ise Travis’in gece vardiyasında diğer taksi şoförleriyle olan diyaloğunda ortaya çıkan eşcinselliğe karşı tavır. “Tamamdır.. Mutluluğun peşinden gitme şeyi…. Biliyorsun işte… Tanrı sizi seviyor, onlara Kaliforniya’ya gitmelerini söyle”. (“Mutluluğun peşinden gitme” özgürlükler kapsamında hayatın amacı olarak Amerikan Anayasası’nda yerini alır). Bu noktada bir çelişki de Kaliforniya’dır: Bir yandan manasız, yüzeysel, düşünemeyen aptal bir yarım-insanlık (quasi-humanity) ile bir yandan kaotik yaratıcılığın ve Özgür Yaşam’ın yeri.

“Çok fazla taciz var vücudumda”. Travis sistemle hesaplaşmaya girdiğinde, sistemin tacizini sonlandırma üzerine iç mücadelesi, dış alanda da, yaşam alanında mutlak bir düzensizlikten düzene geçişe ve vücudu üzerindeki tacize son vererek onu doğru besleyip eğitmeye geçişe dönüşüyor. Bir amaç uğruna ve nihayet hayatıyla bir şey yapmış olma adına ve nihayet özdeşleşebileceği bir şey…

Aslında Travis’in başka şansı yok; o bir kahraman veya cani olmayı seçmiyor. Travis’in iradesinin veya temsilinin olduğu tek an ya da bilinçli tek hareketi pezevenklerle takılıp bedenini satmanın okula gitmekten daha cool olduğunu düşünen İris’i kurtarma arzusu. Fakat Travis iradesi olduğu noktada başarısız oluyor. İris’i ne doğru olan şeyi yapma gereği konusunda ne de doğrunun ne olduğu konusunda ikna edebiliyor. Sistemin dışladığı biri olarak sistemin içinden hareket ettiği için başarılı olamıyor. Dolayısıyla sistemin tamamen dışına çıkmak dışında yapabileceği hiçbir şey yok. Sadece şans eseri olarak delilik olmayan ve kabul gören şeyi yapıyor. Aslında silahında kurşun kalmış olsaydı, asıl özgür ve kahramanca olan hareketi yaparak kendisini öldürecekti. Fakat bu ihtimal kaybolmuş bir ihtimal ve bu yüzden filmin son sahnesinde Travis’i Betsy’yi taksisine aldığında ve daha önce kendini ifade edememesini telafi etme şansı yakaladığında bir kez daha deliliğin kıyısında görüyoruz.