Yapılmak istenen şey, sınıfsal farkı yok sayan türde bir eşitlik algısının egemen kılınması, sınıf algısının bulandırılmasıdır. Bu bağlamda, farklıymış gibi gösterilen Altan Tan, Ahmet Hakan ve Sema Ramazanoğlu’nun Ensar konusundaki duruşta aynılaşması bir tesadüf değildir

Yabancılaşmaya karşı özgürleşme

MEHMET YEŞİLTEPE / mytepe1960@gmail.com

Eskiden,
Yenilgiyi zafere taşırdı,
Uzun menzilli ufkun mücadeleci güçleri.
Bugün,
Üzerine çöken enkazı sırtında taşıyor,
Ve postmodernizmi yöntem belliyor
Mücadelenin sınıfı işaret etmesi gereken özneleri.
Budur Che’nin “en kötüsü” dediği;
Kişi önce kendine yeniliyor,
Sonra da içselleştirip yenilgiyi,
Bir iklime çeviriyor çaresizliği…

Toplumun bugünkü ruhsal yapısını anlatan en uygun kavramlardan biri de mutsuzluktur. Toplum mutsuz; çünkü insanlar, kapitalizmin yabancılaştırıcı yani kişiyi bireyselliğinin en dar sınırlarına hapseden, ayrıştırıcı ve yalnızlaştırıcı niteliklerine karşı bütünüyle korunaksız durumdadır. Öyle ki yabancılaşma tahlilleri yapan ve buna karşı özgürleşme alternatifleri geliştiren devrimci zeminlerde bile mutluluk tabloları gözlemek pek kolay olmuyor.

Mutsuzuz, çünkü sorunlarımızı, kaynağına inmeden palyatif çözümlerle aşmaya çalışıyor veya çözümü bütünüyle yanlış yerde arıyoruz. Disiplin denince ilkokul öğretmenimizi, aşk denince Türk filmlerini, iş yaşamında patronumuzu, seçimlerde burjuva partilerini ölçü alıyor; sonra da çözümsüzlükten, sistem karşısında alternatif üretememekten yakınıyoruz.

Dinle teslim alınıyor popüler kültürle yönlendiriliyoruz

Dinin ve popüler kültürün ortak özelliği sınıflar gerçeğini gizlemesidir. Din, tüm sınıflardan insanları aynı tarikatta bir araya getirir. Popüler kültür, her sınıftan insanı aynı pazarda ortaklaştırır. Bu, aynı zamanda kültürün bir endüstriye, ürünlerinin de bir metaya dönüşmesidir. Bu duruşta/yönlendirmede beklentilerin öte dünyaya ertelenmesi ile “cehalet mutluluktur” yaklaşımı, birbirini tamamlar.

İşte bu egemen yönlendirmeler karşısında ya Sokrates gibi “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” yaklaşımı içinde olacak ve Platon gibi “mutluluk bilgiyle kazanılır” diyecek ya da bir eşya gibi bu egemen rüzgara kapılıp sürükleneceğiz. Hatta mevcut koşularda daha da önemlisi, Camus’un deyimiyle “Bir insanın tek başına mutlu olması utanılacak bir şeydir,” diyerek mutluluğa dolayısıyla da çözüm yollarına toplumsal bakabilmektir.

Bugün artık tekelleşen kültürün yöneticileriyle; demir, çelik, petrol, silah vb. tekellerin yöneticileri iç içe geçmiş durumda. Eğitim gibi kültür ve sanat da doğrudan egemen sınıflar tarafından belirlenmek istenmekte dolayısıyla da sınıflar mücadelesi o alanda da sürmektedir. Medyada olduğu gibi devlet tiyatrolarında da her türlü muhalif sesin susturulması ve tek tip “sanatçı” yaratılmak istenmesi bu nedenledir. Bu alanlarda sahibinin sesi kişilikler artırıldığı oranda, toplumun gidişata rıza göstermesi olasılığı artırılmış olacaktır.

Pek de tesadüf sayılmayacak biçimde 2001’de yayınlanan İmparatorluk kitabında Hardt ve Negri, emperyalizmin miadını doldurduğu saptamasını yapar ve “İmparatorlukta dışarısı yoktur,” der. Herkesin içinde olduğu böyle bir sistemde bir çeşit kader birliği ve uzlaşmak, yapılan tanımın gereği olarak öne çıkarılır. Bugün sınıfsal perspektifte şu veya bu oranda yaşanmakta olan kaymada bu tespit ve yönlendirmelerin etkisinin olduğu yadsınamaz.

Yapılmak istenen şey, sınıfsal farkı yok sayan türde bir eşitlik algısının egemen kılınması, sınıf algısının bulandırılmasıdır. Bu bağlamda, farklıymış gibi gösterilen Altan Tan, Ahmet Hakan ve Sema Ramazanoğlu’nun Ensar konusundaki duruşta aynılaşması bir tesadüf değildir; 1980 sonrasında giderek yoğunlaşan neoliberal saldırıların ne denli kapsam büyüttüğünün göstergesidir. Benzer şekilde, bu yıl bir taraftan 23 Nisan kutlamalarının iptal edilmesi, diğer taraftan “Kutlu Doğum” etkiliklerinin bakanlık ve okullar tarafından düzenlenmesi de bir tesadüf değildir.

Yenilginin içselleşmesi

Bu tür süreçlerde en büyük tehlike, umudun zayıf düşmesi ve yenilginin içselleşmesidir. Che Guevara’nın “Kendine yenilmek, pes etmek,” dediği şey budur. Tarih, büyük yenilgileri büyük kazanımların takip ettiğini gösteren pek çok örnek barındırır. Yaşanan hemen her olumsuzluktan sürekli yenilgi damıtmak, sarsıntıyı, mücadeledeki gel-git hallerini yenilgi sayıp geri düşmek, yenilgi psikolojisinin kalıcılaşmasıdır; bir çeşit travmatik durumdur.

Gerçekte yenilgiden çok yenilginin devamlılığı daha büyük bir sorundur, yenilgiden yenilgi üretmek yani tekrar tekrar yenilmek demektir. İşte tam da bu nedenle, Bulgaristan’da Eylül 1923 yenilgisinden hemen sonra ekim ayında Georgi Dimitrov ve Vasil Kolarov, parti yayın organının ilk gizli sayısında, Bulgaristan işçi ve köylüsüne yazdıkları “açık mektup”ta “Bezginliğe, umutsuzluğa, hayal kırıklığına yer yok!” diyordu. Ve Gerçekte “bozgunun dumanı içinde geleceğin mücadele yolunu görüyor ve geleceğin galibiyetini gösteriyorlardı.” (Tsola Dragoyçeva, Yenilgiden Zafere, s: 47)

Böylesi anlarda değerlere işaret etmek, ajitatif söylemelerde bulunmak yeterli değildir. Mutlaka neden-sonuç ilişkisi kurulmalı; fiziki yenilginin, ideolojik ve moral yenilgi üretmesi, fikri yıkılma, savrulma ve yön değişikliğine sebep olması önlenmelidir.

İnsanın kendi iç sesinde de örgütlü yapının yönlendirmesinde de Nazım’ın “…yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevahir” şiirsel vurgusu da hayata ve kavgaya dair derinlik ve bütünlüklü değerlendirmeler de yan yana gelebilmeli; yaşanan kayıpların kalıcı sonuçlar üretmesi, insanın ruhunun ve aklının üzerinde karartıcı bir hale oluşturması önlenmelidir.

Kavga eğer sınıflı topluma karşı sınıfsızlığın, kapitalizme karşı sosyalizmin kavgasıysa, bunun inceltilmiş boyuttaki yansımaları da dikkate alınmalı, mülkiyet ilişkilerinin yeniden üretilmesi anlamına gelebilecek tüm duruşlardan, kavram ve yansımalardan uzak durulmalı ve sistem, bugünden yüzleşilen her noktada yenilgiye uğratılabilmelidir.

Gerçekte yenilginin ölçüsü, yalnızca kayıp vermek değil, direnmekten vazgeçip sisteme dönmektir; dayatılanı kabul edip teslim olmaktır. Bu şekilde yenilgi sürekli kılınmış olur. 12 Eylül, sadece kurum ve yasaları nedeniyle değil, kafalardaki varlığı nedeniyle bugüne dek yaşamıştır. 12 Eylül’de sol, asıl yenilgiyi çarpışmalarda, kayıplarda veya tutsaklıklarda değil, teslimiyetin kabul edilmesi ve direnmekten vazgeçilip sisteme dönülmesi sırasında yaşadı. Bu bağlamda, devrimci zeminde düzene doğru yaşanan bireysel kaymalar da siyasal kaymalar da bir yenilgi işaretidir. Kavga uzun erimlidir. Anlık kayıplar aşılabilir ama sisteme doğru bir kayma, giderek daha büyük kayıpların habercisidir. Bu, tek tek her kişinin duruşunda da örgütsel boyutta da böyledir. Nereye doğru ilerleniyorsa, oraya varılır.

Mayıs’ın öngününde olduğumuz bu tarihsel anda, sınıfın sorunlarını Haziranca kavrayarak ortaklaşmış direniş bayrağını yükseltmek; Berkin’in, Medeni’nin ayak izlerinden yürümek, bizleri yabancılaşma rotasından uzaklaştıracak, özgürleşme rotasına sokacaktır.