Yağmur başlayınca Kadıköy’de herkes dağıldı. Canlı müzikler sustu, barların, kafelerin ışıkları birer birer söndü. Balkonda ıslanarak geceyi dinlerken Rollo May’in kitaplarında bahsettiği şu “içsel güç”le dolmuştum. Hani güzel bir kitap okuyunca ya da film izleyince, zihniniz enerjiyle dolar, o an sanki evrenin sırrını çözmüş gibi hissedersiniz ya… Dışarı çıkıp, çoktan kapanmış olan barın balkonumun altındaki masalarından birisine oturdum. Yaz kış, bu ahşap masalar sokakta olurdu. Bir süre sonra, güzel bir kadın belirdi sokağın başında, yağmurdan onu koruyacak bir şemsiyesi, yağmurluğu ya da şapkası yoktu. Sanki biriyle buluşmaya gelmiş gibi kararlı, karşımdaki masalardan birisine oturdu.

Hemingway, “Paris Bir Şenliktir” kitabında, böyle bir sahneden bahseder, yağmurlu bir gün Paris’te bir kafeye oturmuş öyküsünü yazarken, “yağmurla tazelenmiş yüzüyle” içeriye güzel bir kadın girer. Yazarken arada bir başını kaldırıp kadına bakar ve şöyle düşünür: “Seni gördüm güzelim, artık benimsin; birini bekliyormuşsun ya da seni bir daha göremezmişim, dert değil: Şimdi benimsin ya! Sen benimsin, Paris de benim; eh işte, ben de bu defterle kaleme aitim.” Öyküsünü bitirip başını kaldırdığında, kadın çoktan gitmiştir. Üzülse de “umarım iyi biriyle çıkmıştır” diyerek avutur kendini. Kitabı okurken o “iyi biri” sözüne çok güldüğümü hatırlıyorum.
Kadın, ısrarla yağmurun altında oturmaya devam ediyordu. Bir protesto eylemindeymişiz gibi hissettim o an, bizi gören başkaları da gelip diğer masalara otursalar, tam olacaktı. Peki neyi protesto ediyor olabilirdik? Yağmuru mu? Saçmalıklar ülkesinde akılla yaşamaya çalışmanın getirdiği o yükü, sıkışmışlığı mı? Aklıma bir kere Hemingway düşmüştü, neden boks yaptığını anlıyordum sanki, içindeki öfke yazarak boşalmıyordu. Sonunda beynini uçurmasına neden olan o öfke… İspanya İç Savaşı günlerinde yaşadıklarını ve yazdıklarını düşündüm. Bütün o daha iyi bir dünya için hayatını feda edenleri… Ama işte, Hemingway’in “Paris benim!” dediği gibi, bu dünya için “Benim!” diyenlerin azalması mıydı asıl dert? Bir akışı vardı hayatın ve o akışa tek başına müdahale edemezdin. Şebnem Hoca gibi hayatlarını barışa ve gerçeklere adayanları cezaevine kapatan bu akış, ülkeyi iç savaşa doğru sürüklerken, yağmurun altında oturmanın anlamı neydi? Anlamı, kalıpların, o koruyucu duvar ve sınırların dışına biraz da olsa çıkıp nefes almak mıydı? Sanatın da böyle bir nefes aldırma işlevi yok muydu? Kadın, oturduğu yerden şöyle seslendi: “Güzel yağıyor değil mi?” “Şairin dediği gibi, yağmur yunup arındırıyor sanki gökyüzünü” dedim. Dediğim şeye güldüm sonra, nerden gelir ki aklıma böyle şeyler… Sonra aynı şairden, Turgut Uyar’dan şu dizeler geldi aklıma, ama bu defa söylemedim: “Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur / Beni arı duru yıkıyor ıslanıyorum / Hep bir hikâyeye girmek insan yönümüz mü / Islanıyorum…”

Bir hikâyeye girmiştik, bu insan yönümüzdü, sonrasında kalkıp farklı yönlere gidecek olsak da… Bir kere görmüştüm onu, Hemingway’in dediği gibi, benimdi artık. Kadıköy, bu ülke, hatta edebiyatı ve sinemasıyla İngiltere bile benimdi şu an, çoğu İngiliz’den daha çok. Her ne kadar hani şu bilimin ve aklın kutsadığı Batı medeniyetinin çöküşünü yaşıyor olsak da… AB dağılıyormuş çok mu? Medeniyetlerin çöküşüyle ilgili kitapları okurken, sanırım Toynbee’de vardı, çöküşü durduracak tek şeyin ahlakı yüceltmek olduğunu söylüyordu. Ahlak derken, iyiliği kastediyordu elbette, yardımlaşmayı, dayanışmayı, özgürlüğü, sevgiyi ve aşkı; dünyayı nefretle kuşatan katliamcı, baskıcı, ahlakın çürümüş hallerini değil. Sevgiye ve aşka, sosyal bilimlerde en güzel yeri verebilmiş kişi, Hannah Arendt olsa gerekti. Aşkın insan yaşamında nadir yaşanan, dünyaya yabancı ve hem apolitik, hem de antipolitik olduğunu söylese de, tam da bu özellikleri nedeniyle pek çok sorunun çözümünü içinde barındırdığını… Arendt, insanların cezalandırabilecekleri kişileri gerçekte bağışlayabildiklerini de söylüyordu. Bu topraklarda, devletin koruyucu şemsiyesi altında işlenmiş suçların bağışlanması ve unutulması bu yüzden mümkün değildi, barışın önündeki en büyük engel… Kangrene dönüşmüş bir yara olarak 12 Eylül içimizde durduğu sürece, zehirlenmeye devam edecektik.

Yağmur dinmiş, yağmurla birlikte kadın da gitmişti. Paris’te Hemingway, o kadınla bir daha karşılaşmış mıydı? Ona, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?”da yazdığı gibi, “Özgürlüğü, insan onurunu sevdiğim gibi seviyorum seni” diyebilmiş miydi? Bir şeylerin tekrarı mı, yoksa devamı mıydı yaşananlar?..