Yağmur ve sıkıcı maç

İlkokul yıllarım... Eskişehir... Sobalı ev... Üç kardeş aynı odada yattığımız zamanlar...

Her sabah 4’de kalkarak ışıkları yakıp halının çizgilerini saha belleyip kartondan futbolcularıma maç yaptırıyorum ablalarla kavga dövüş... Kendi icadım bir futbol oyunu. Kartonları kesip futbolcuların ismini yazıyor ve formalarını tek tek boyuyorum. Birinci ikinci ve üçüncü ligim var. İsimler gerçek isimler. Birinci lig takımlarını bilmek kolay, ikinci ve üçüncü lig için gazetedeki maç sonucu ve yıldız tablolarını takip ediyorum. Hangi takımın en iyi oyuncusu kim, oradan biliyorum. Çok düzgün istatistik tutuyorum. Her hafta maç sonuçları, puan durumları, sakatlananlar, cezalılar... Bazen gerçekle aramdaki ilişki zayıflıyor. Fenerbahçe benim ligimde mi, ilk devresini 3-0 geride bitirdiği Galatasaray maçını 4-3 kazanmıştı yoksa gerçekte mi; emin olamıyorum. “Football Manager” diye bir oyun daha kurgu aşamasında bile değilken kendi menejerlik oyunumu yaratmış, her sabah oynuyorum. Sabah uyandığımda yeşil kartondan yaptığım İrlanda’nın turuncu kartondan yaptığım Hollanda’ya karşı oynadığı EURO 88 maçını hatırlıyorum. Televizyon siyah beyazken takımların renklerini nasıl bilmişim acaba?

Marsilya’da ikinci günüme çocukluğuma, en güvenli yıllarıma yolculukla başladığım için bambaşka biriyim. Resepsiyonda dün sabah kıyamet gününden örnekler verdiğim Cezayirli çocuk bile şaşırıyor arkadaşa gülümseyerek günaydın değişime. Ayaküstü sohbet ediyoruz. Zidane’nın memleketinde onu anmamak olmaz tabii. Valizimi çocuğa emanet edip Fransa’nın en eski şehrinin sokaklarına bırakıyorum kendimi. Taksi filmlerinin ev sahibi şehrinde yarım günlüğüne turist olma fırsatım var.

Akdeniz’in en büyük ticari limanına sahip olan Marsilya’nın limanın çevresinde dolaşırken balıkçılar tarafından sokağa kurulan taze deniz ürünleri pazarı Foça’yı hatırlatıyor. Şehrin bir Phocaea kolonisi olarak kurulduğunu tek müşterisi olarak oturduğum kafenin sahibinden öğreniyorum. Ama o Türkiye’de Foça diye bir ilçe olduğunu bilmiyor. Şaşırtacak derecede güzel İngilizce konuşan entelektüel mekân sahibi Marsilya’nın bir alt kültür cenneti ve birçok ressam ve şaire de ilham kaynağı olduğunu da söylüyor. Turnuva boyunca Marsilya’da kamp yapan Türkiye’nin İspanya karşısında şiir gibi top oynaması dileğiyle sohbetimize son veriyoruz.


Göçmen nüfusun hakim olması sebebiyle kültür olarak bize en yakın Fransız şehri Marsilya. Misal, maç günü 14 avro verdiğiniz bir yemeği ertesi gün aynı restoranda 9 avroya yiyebiliyorsunuz. Sokaklar ve caddeler temiz değil, parklarda - sokaklarda itişip kakışan gençler, 4-5 tane teenager punk, susmayan martılar... Suç oranı en yüksek Fransız şehri kötülükleri ve güzelliği öyle bir harmanlıyor ki aklıma bunu en iyi yapan şehir geliyor; İstanbul... Marsilya’nın ruhuna kendimi kaptırmadan ayrılmakta fayda var diyerek Nice’e doğru yola koyuluyorum.

Nice’e adım atar atmaz çılgın bir yağmur başlıyor. Otelim stada yakın. Yağmur durduktan sonra şehir merkezine iniyorum. Daracık ara sokaklarda bulduğum ilk barda Almanya - Polonya maçını izliyorum. Devre arasında sohbet ettiğim İngiliz ile turnuvanın en sıkıcı ilk yarısı olduğu konusunda hemfikiriz. İkinci yarı oyun biraz hareketlense de gol gelmiyor. Almanya’nın 2014 Brezilya kadrosunda olmayan ancak Süper Lig’imizde kendini bulan Mario Gomez oyuna giriyor. Podolski de oyuna girse de Mesut gibi memleketine karşı oynasa diye geçirdim içimden. Eskiden Almanya ile ilişkilerimiz ne kadar güzeldi. Dönemin Başbakanı Erdoğan “Mesut gollerine biz de seviniyoruz bize attıkları hariç” demiş, Markel de “biz Mesut’un tüm gollerine seviniyoruz diye cevap vermişti.” Nerden nereye...